02 Ocak 2025

Yeni çözüm süreci üzerine bazı düşünceler

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir önceki süreci nasıl durdurduğunu hatırlayarak ve bunu tekrar yapması ihtimaline rağmen, erken seçimde, adaylık sürecinde ve anayasa değişiklik paketinde Cumhur İttifakı’na destek verilebilir mi? İşte asıl tartışma konusu bu olmalıdır. Sürece destek verenler neleri göze aldıklarını kamuoyuna açıklamalıdır

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli

22 Ekim’de TBMM’de MHP grup toplantısında Devlet Bahçeli, bir fay hattını kıran ve geniş seçmen kitlelerinin yer değiştirmesine yol açabilecek nitelikte, tarihi bir konuşma yaptı. O günden bu yana Bahçeli’nin konuşmasının sonuçlarını tartışıyoruz, peyderpey atılan adımları izliyoruz. İzliyoruz derken, aslında şeffaflık ilkesine pek riayet edilmediği için vatandaşlar olarak olup biteni anlamlandırmaya çalışıyoruz. Holiganca bir tavırla yeni açılım sürecine destek verenlerle, aynı tonda karşı çıkanları bir tarafa bırakacak olursak, kamuoyu iyimser destekçiler ve (aralarında benim de olduğum) karamsarlar olarak ikiye bölünmüş durumda.

Her şeyden önce şu sorulara cevap aramak gerektiğine inanıyorum: Yeni bir çözüm açılımı başladı mı, başlamadı mı? Bir müzakere sürecinin içinde miyiz, değil miyiz? Eğer içindeysek, bu sürecin tek sahibi, ilk ve hala tek muharriki niçin Bahçeli imiş gibi görünüyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan niçin bu konuda olabildiğince az konuşuyor? Konuştuğunda da niçin Bahçeli’nin başlatmış olduğu açılıma karşı mesafesini koruyor, en az angaje olacağı kelimeleri, cümleleri seçiyor? Bir yumuşama dönemine girilmesi beklenirken nasıl oluyor da eş zamanlı olarak baskı yoğunlaşıyor, yerel yönetimlerde Kürt siyasetçiler görevden alınıp yerlerine kayyum atanabiliyor?

Bu karmaşa hem AKP-MHP seçmenleri hem de tüm muhalif seçmen grupları ve siyasetçileri arasında büyük bir kafa karışıklığına yol açtı. Önce, açılım konusunda Bahçeli ve Erdoğan arasında bir koordinasyon olmadığı dedikodusu yayıldı. Bunu, iki siyasetçi arasında çelişkiler, hatta anlaşmazlıklar olduğu iddiası takip etti. Açıkçası, bu dedikoduların, iddiaların inanılacak bir tarafı olmadığı kanaatindeyim. Daha da önemlisi, bu dedikoduların AKP çevrelerinden bilinçli olarak yayıldığına inanıyorum. İddiaların aksine ve Bahçeli’nin ön safta görünmesine rağmen, bence, ekim sonundan itibaren başlatılmış olan sürecin asıl sahibi ve oyun kurucusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Bu sürece en çok ihtiyacı olan da odur.

Yeni bir çözüm sürecinin başlatılmasını “devlet aklı”na yahut Suriye’deki gelişmelere bağlayanlar var. 2016’dan bu yana Erdoğan’dan bağımsız bir devlet kalmadığına, dış politika argümanında ise açılımın başlangıcı ile Suriye’deki gelişmelerin kronolojisi tutmadığına göre, bence, bunlar oldukça zayıf argümanlar. Hem zayıflar hem de çok daha pragmatik ama iktidar için hayati önemdeki gerekçeleri gözden saklıyorlar.

Erdoğan ve Bahçeli’nin yeni çözüm sürecini başlatırken öncelikli beklentilerini üç maddede toplamak mümkün. Bu üç maddeyi, gerçekleşmesi en olası birinci maddeden en zor görünen üçüncüye doğru şöyle sıralayabilirim:

1. Cumhurbaşkanı Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir defa daha aday olabilmek için bir erken seçim kararına muhtaç. Son genel seçimlerde oluşan Meclis'teki sandalye dağılımı AKP’nin erken seçim yaptırabilmesini ve tarih belirlemesini zorlaştırıyor. DEM milletvekillerinin bu konuda AKP ile iş birliği yapması ise Erdoğan’ın müşkülünü çözecektir. Eğer yeni çözüm sürecinde büyük bir çöküş yaşanmazsa Erdoğan’ın bu birinci hedefine şimdiden ulaştığını söyleyebiliriz.

2. Cumhur İttifakı’nın adayı olarak cumhurbaşkanlığı seçimine girecek Erdoğan’ın ikinci hedefi ise yarışacağı adayları belirlemek ve muhalefeti mümkün olduğunca küçük parçalara bölmek, birbiriyle kavga ettirmek olacaktır. En büyük rakip Ekrem İmamoğlu’na siyasi bir yasak getirilmesi ciddi bir olasılıktır. İmamoğlu’nun yarış dışına itildiği bir seçimde, aynı anda Mansur Yavaş’ın, Özgür Özel’in ve Ümit Özdağ’ın muhalif adaylar olarak seçime girmeleri bence oldukça gerçekçi ve Erdoğan-Bahçeli ikilisinin de ümit ettiği bir senaryodur. Erdoğan’ın adaylık sürecinde DEM’den beklentisi ise Kürt oylarını temsil edecek güçlü bir aday çıkarması olacaktır ki bu şekilde muhalif oylar bir de etnik temelde bölünecektir. Müzakerelerin bir amacının da bu olacağını tahmin ediyorum.

3. Yaklaşmakta olan anayasa değişikliği projesinde DEM’in tutumu belirleyici olacak. Erdoğan tabii ki DEM’in desteği için bastıracaktır. Ancak saydığım üç beklenti arasında gerçekleşme ihtimali imkansız değil ama daha düşük olanın bu sonuncu olacağını düşünüyorum. Cumhurbaşkanlarının ikiden fazla defa ve yüzde ellinin altında bir oyla seçilebilmesini mümkün kılan, şu an hayal bile edemediğimiz başka maddeleri içeren ve Türkiye’yi adım adım Rusyalaştırma potansiyeli taşıyan böyle bir pakete evet demenin sorumluluğu ağırdır. On yıllar boyunca hatırlanacak böyle bir desteği DEM’in vermesi şaşırtıcı olur.

2013-2015 çözüm sürecinden çıkarılan dersler

Açıkça görülüyor ki şu an içinde bulunduğumuz süreç, 2013-2015 arasında yaşananlardan çıkarılan dersler dikkate alınarak planlanmış. Bu derslerden birincisi, Türk milliyetçilerinin yekpare olarak karşı çıktıkları bir açılımın başarılı olamayacağı gerçeğidir. Türkiye’de milliyetçi partiler genel oyun yaklaşık yüzde yirmisine tekabül etmekle birlikte, bunun çok ötesinde bir etkiye sahiptirler. Milliyetçi söylemin seçmeni mobilize etme gücü oy potansiyelinin üstündedir. Nitekim 2013-2015 arasında da bir yanda AKP’nin propaganda gücü ve Akil İnsanlar heyetlerinin propaganda seyahatleri diğer yanda da ağırlıklı olarak MHP’liler ve Ülkücüler, kısmen de ulusalcılar karşı karşıya gelmiş, bu propaganda savaşını AKP ve Erdoğan kazanamamıştı. O süreçten Erdoğan’ın çıkardığı birinci ders, Türk milliyetçilerinden oluşan cephenin bölünmesi ve hepsi olmasa da bazı milliyetçilerin sürece desteğinin sağlanması gereğidir.

Müzakere süreci devam ederken hükümetin nasıl bir tutum takınması gerektiği de çıkarılan ikinci büyük ders oldu. 2013-2015 arasında müzakereler -gene şeffaf olmayan bir biçimde- yürütülürken, hükümetin, karşılığında ne aldığı belli olmadan çok fazla taviz verdiği algısı kamuoyunda oluşmaya başladı. 1 Ekim 2013’te Erdoğan’ın açıkladığı demokratikleşme paketi, 2014 Nevruz törenlerinde Diyarbakır’da Abdullah Öcalan’ın yazılı mesajının okunması, 26 Nisan 2014’te kanunda yapılan bir değişiklikle müzakereci bürokratlara koruma kalkanı getirilmesi, 9 Haziran 2014’te Lice’de bir kışlada Türk bayrağının indirilmesi, 23 Ağustos 2014’te Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın artık Kandil’le doğrudan görüşme talebini dile getirmesi gibi adımlar milliyetçi kamuoyunda yayılan bu algıyı pekiştirdi. 30 Ağustos 2014’te Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in, hükümet tarafından bilgilendirilmediklerini, her şeyi basından öğrendiklerini dile getirmesi, sorumluluğun iyiden iyiye hükümet tarafına yıkılmasına sebep verdi. Nitekim, bu süreç sırasında cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Erdoğan da 17 Eylül 2015’te canlı yayınlanan bir televizyon mülakatında, açılım süreci sırasında valilere talimat vererek terör örgütlerine karşı operasyon yapılmasını durdurduklarını kabul etti. Hükümetin ve Erdoğan’ın açılım sürecine fazla angaje olduğu ve pasif kaldığı algısı, sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasının önemli nedenlerinden biri olarak not edilmiş olmalı.

Yeni sürecin doğası

Yeni açılım sürecinin eskisinden çıkarılan dersler ışığında planlandığına inanıyorum. Bunun en önemli kanıtı, başlama vuruşunu Devlet Bahçeli’nin yapmış olmasıdır. Önceki süreci durduran en önemli aktörlerden olan MHP ve Ülkü Ocakları’nın bu defa yeni sürecin en önde giden destekçilerine dönüşmeleri elbette ironiktir, afallatan bir U dönüşüdür ama ondan da önemlisi artık Türk milliyetçi hareketinin kendi varoluşuna dair böylesine önemli bir konuda bölündüğünü de gösterir. Partilerin gençlik kollarının, sendikaların ve diğer toplumsal örgütlenmelerin gittikçe etkisizleştiği bir dönemde, sokağa indiğinde Türkiye’nin hiç şüphesiz en güçlü ve örgütlü hareketi haline gelen Ülkü Ocakları’nın, açılım projesinin destekçisi haline gelmesi Erdoğan için olağanüstü bir kazançtır. MHP ve Bahçeli’nin bu yeni role neden bu kadar sahip çıktığını ya da nasıl razı edildiğini cevaplamak için ise henüz erken. Hızla dolaşıma giren tahminler şu an için gerçekçi görünse de Bahçeli’yi anlamak için biraz daha zaman gerekiyor.

Erdoğan’ın angaje ve pasif görünmemek için gösterdiği çaba, bu defaki sürecin bir öncekinden ikinci farkıdır. Sürecin adını koymaktaki isteksizliği, DEM’e dair sözlerine sinen karamsarlık ve ihtiyat, kayyım atamaları ve son olarak da hem Kürt hareketine ve hem de muhalefetin tümüne karşı son iki aydır artan baskıcı politikalar, Erdoğan’ın bu defa daha farklı bir müzakere stratejisi benimsediğini gösteriyor. Bu yeni stratejiyi çok kısaca şöyle özetlemek mümkün: Kürtlerle sanki barışmaya hiç niyetli değilmiş gibi sert durmak ve sanki hiç sert davranmıyormuş gibi müzakere etmeye devam etmek. Bu stratejinin Erdoğan ve ortağı Bahçeli’ye, yani Cumhur İttifakı’na sağladığı çok önemli avantajlar var:

1. Kürt sorunun varlığını inkar etmek, yeni sürece “çözüm süreci” adını vermeyi reddetmek, kayyum atamak, baskı yapmak, yani kısaca sert durmak Demokles’in kılıcı gibi DEM’in tepesinde sallanıyor. DEM masaya oturmaya mecbur ediliyor, baskı altında uzlaşmaya zorlanıyor, uzlaşmaya yanaşmazsa kaybedecekleri gösteriliyor. Müzakerenin iki tarafı arasında zaten var olan hiyerarşi iyice pekişiyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin eli güçleniyor.

2. İktidarın takip ettiği havuç-sopa politikası Kürt Hareketi için de bir dönüm noktasını işaretliyor. Kürt seçmenler ve DEM, bu pazarlığı kabul edenler ve etmeyenler olarak ikiye bölünecek. Havucu tercih eden, yani iktidarın açılım politikasına ve yukarıda saydığım üç beklentisinden bazılarına ya da tamamına evet diyen Kürt politikacılar, STK liderleri ve kamuoyu önderleri için bir konfor alanı açılacak. Bu kişiler iktidarın elinden ve dilinden emin olacaklar, hatta bazıları balkonda HÜDAPAR’ın yanına yerleşecekler. Her halükarda DEM’in tavanında ve tabanında tartışmalar yaşanacak, kopuşlar, yer değiştirmeler olacak. DEM içinden bir bölümün artık Cumhur İttifakı ile birlikte hareket etmesi orta ve uzun vadede iktidarı rahatlatacak.

3. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli arasındaki iş bölümü, takındıkları tatlı sert tutum, bir yandan muhalif seçmenlerin diğer yandan da AKP’li ve MHP’li seçmenlerin kafasını karıştırmaya yarayacak. Normal şartlar altında Öcalan’ın meclise davet edilmesine, yeni bir süreç başlatılmasına milliyetçi reflekslerle karşı çıkacak, muhalefet edecek seçmen grupları, aynı anda iktidarın attığı sert adımları görerek şaşırıyorlar, bir tutum belirleyemiyorlar. Seçmenler bekle-gör politikası takip ettiği için açılıma karşı geçen defa oluşan muhalefet, bu defa yatışıyor. Bahçeli bir paratoner gibi tüm şimşekleri üzerine çektiği için, Erdoğan hiç eleştirilmeden açılım yapmanın, hiç eleştirilmeden DEM’le müzakere etmenin keyfini çıkarıyor. Bahçeli’ye kızıp MHP’den ayrılan seçmenlerin yeni adresi olarak da oyunu arttırıyor.

4. Yeni sürecin muhalefet üzerindeki etkisi de teyelleri söküyor, muhalefet blokunu berhava edecek bir yönde seyrediyor. Altılı Masa’nın dağılmasının ardından serbest kalan SP, DEVA, GP ve DP milletvekillerinin ne yapacakları meçhul. Genel ve yerel seçimler öncesinde muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP, İYİP ve DEM’in artık aynı anda bir araya gelmeleri oldukça zor. Yeni çözüm sürecine karşı çıkmakta CHP’nin çok ilerisine giden İYİP’le CHP arasına da kara kedi giriyor, CHP ve İYİP gelecekte iş birliği yapmalarını zorlaştıracak bir biçimde ayrışıyorlar.

5. Bahçeli’nin başlattığı yeni süreç, son olarak, CHP’yi de çok riskli, mayınlı bir araziye doğru sürdü. Oysa son yerel seçimlerde CHP uzun zamandır görülmemiş bir başarı kazanarak oyunu arttırmıştı. Yerel seçimlerden bu yana CHP lideri Özgür Özel her fırsatta CHP’nin artık Türkiye’nin birinci partisi olduğunu hatırlatıyor ve eğer bir erken seçim yapılacaksa onun tarihini CHP’nin belirleyeceğini, yani Erdoğan’ın siyasi kaderinin kendi ellerinde olduğunu tekrarlıyordu. Özgür Özel’in özgüveni zayıf temellere oturuyormuş ki yeni açılım süreci ile birlikte tuzla buz oldu. Erken seçimin tarihini belirleme kudretini CHP artık kaybetti denebilir. Birinci parti olma vasfını da daha ne kadar koruyacak göreceğiz. Ama bunlardan da önemlisi, yeni açılımın ve iktidarın tatlı sert stratejisinin CHP’yi bir kaybet-kaybet noktasına sıkıştırmasıdır. Artık CHP her yönden eleştirilere açık bir parti haline geldi. “Kürtlere bir devlet teklif ediyorum” çıkışında olduğu gibi, açılım sürecine net bir destek verdiğinde PKK’lı olmakla, devleti bölmeye çalışmakla suçlandı; açılıma mesafeli durduğunda, yeterince destek vermediğinde ise barışa köstek olmakla, süreci tıkamakla eleştirilecek. Sürece destek verdiğinde seküler milliyetçi, merkez sağ oyları kaybedecek, destek vermediğinde ise kimi Kürt oylarını. Ne yapacağını bilemez halde bocaladıkça CHP’nin “işbilmez, yönetmeye ehil değil” imajı pekişecek.

Neden karamsarım?

Bahçeli’nin yeni süreci başlattığı Ekim ayından bu yana saflar oldukça netleşti. AKP ve MHP’yi bir tarafa bırakacak olursak, sürece destek veren, iyimser bakanlar, bazı Kürt siyasetçiler ve kanaat önderleri, sol liberaller ve kimlikçi sol ve, son olarak da, 2013’ten bu yana peyderpey AKP’den kopmuş, şimdi de AKP ile tekrar yakınlaşan kimi muhafazakar aydınlar, köşe yazarları ve kanaat önderlerinden oluşuyor. Bu post-Kemalist koalisyon artık alışageldiğimiz bir ezberi tekrar ediyor ve dikkatleri ısrarla uzlaşma, çözüm ve barış ihtimaline çekiyorlar. Oysa soruyu tersten soracak olursak: Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli, yukarıda saydığım üç beklentilerinden hiçbirinin karşılanmayacağını, gerçekleşmeyeceğini bilseler, sırf uzlaşma, çözüm ve barış için bu süreci gene de başlatırlar mıydı? Bence bu sorunun cevabı net bir “hayır”dır. Diğer bir deyişle, eğer çözüm süreci ilerleyecekse, bu ancak Erdoğan ve Bahçeli’in üç beklentisinin birer ikişer gerçekleşmesiyle mümkün olacak. Dolayısıyla sürece destek verenler hangi riskleri aldıklarının farkında olmalı ve bu riskleri kamuoyundan gizlememelidir.

Sürece dair önümüzdeki bence en büyük risk, Erdoğan ve Bahçeli’nin üç beklentilerinden bazılarını veya tümünü karşıladıktan sonra, kendi seçecekleri bir zamanda süreci durdurma ve süreçten vazgeçme ihtimalidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir önceki süreci nasıl durdurduğunu hatırlayarak ve bunu tekrar yapması ihtimaline rağmen, erken seçimde, adaylık sürecinde ve anayasa değişiklik paketinde Cumhur İttifakı’na destek verilebilir mi? İşte asıl tartışma konusu bu olmalıdır. Sürece destek verenler neleri göze aldıklarını kamuoyuna açıklamalıdır.

Yeni sürecin destekçileri arasında bazıları, Erdoğan ve Bahçeli’nin aslında demokratikleşme niyetiyle hareket etmediklerini kabul ediyorlar. Fakat bu argümana göre, süreç bir defa başladıktan sonra kendi momentumunu yaratacak ve süreci başlatan iki aktörün niyetlerinden bağımsız olarak, hatta onlara rağmen, bizi daha iyi, demokratik açıdan daha olgunlaşmış bir Türkiye’ye götürecek. Hatırlayacağınız gibi bu argümanı daha önce aynı kişilerin ağzından defalarca duyduk. Ergenekon-Balyoz Davaları sırasında, 2010 Referandumu’na giderken ve 2013-2015 arasındaki açılım sürecinde de bize devamlı olarak bireysel, tekil hataları çok büyütmememiz gerektiği telkin edildi. Tek tek ağaçlara değil, ormana ya da büyük resme bakmak gerekiyordu. Süreç, aktörlerden daha güçlü ve belirleyiciydi, pireye kızıp yorgan yakmamalıydık… Geçmişe baktığımızda bu argümanın her defasında yanlış çıktığını görüyoruz. Aktörlerin niyetlerini göz ardı edip, sürece güvendiğimiz her vakada demokrasimiz biraz daha eksildi. O zaman bu argümana neden gene güvenelim?

Yeni süreçten ümitli olanların altını olumlu anlamda çizdikleri bir diğer gelişme de Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis'e çağırması, yani bir anlamda çözümün adresi olarak meclisi, TBMM’yi işaret etmiş olmasıdır. Özgür Özel de yeni süreç hakkında ilk defa konuştuğu 22 Ekim tarihli grup toplantısında sürecin mecliste yürütülmesi gerektiğini söylemişti. CHP daha 2013 yılında, o zamanki çözüm sürecine parti olarak destek vermesinin şartı olarak da sürecin şeffaflıkla ve mecliste, TBMM çatısı altında yürütülmesini öne sürmüştü. O halde CHP’nin dediğine mi gelmiş oluyoruz? Meclis kelimesi telaffuz edildiğine göre CHP de bu yeni sürece destek mi vermeli?

Öncelikle, 2013’ten 2025’e çok şeyin değiştiğini tespit etmemiz lazım. CHP’nin 2013’te çözümün adresi olarak Meclis'i işaret etmesi çok doğru ve yerindeydi. Erdoğan ve Öcalan’ın kapalı kapılar ardında müzakere etmesinden demokrasi ve özgürlük çıkmazdı, süreç daha şeffaf ve karar alma meşruiyeti yüksek bir zemine taşınmalıydı. O zemin de 2013 itibariyle Meclis'ti. Peki bugün Meclis hala aynı nitelikleri taşıyor mu? Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra, Meclis'in işlevsizleştiğini, karar alma yetkisinin ağırlıklı olarak yürütmenin başı olan cumhurbaşkanına ve Beştepe bürokrasisine kaydığını bilmiyor muyuz? Yürütme ve yargı erkleri karşısında, tarihindeki en zayıf konuma düşürülen TBMM hala 2013’teki gibi çözümün adresi olarak gösterilebilir mi? Bu konuda CHP’nin de parti görüşünü gözden geçirmesi gerekebilir. Sürecin, yeniden tanımlanacak katılımcı bir çerçeve içinde Meclis'e taşınması, şüphesiz başka formüllere kıyasla daha tercih olunur. Ancak bugünkü Meclis'in de 2013’teki meclis olmadığını unutmamak lazım.

“O olmuyor, bu olmuyor, peki Kürtler ne yapsın, zaten siyasi baskı altındalar, bu halde mi kalsınlar, önlerinde bundan daha iyi bir senaryo var mı?” diye soran Kürt siyasetçiler, kanaat önderleri ve seçmenler olacaktır. Büyük ölçüde haklılar. Siyaset profesyonellerinin bizi getirip sıkıştırdığı tarihin bu aşamasında artık hiç kimse için tatminkar bir çözüm yok. Bu yazı boyunca, yeni çözüm sürecinin eldeki en iyi senaryo olmayabileceğini, bizi Rusyalaşmış, seçimlerin anlamsızlaştığı bir Türkiye’ye çıkarabileceğini, bu ihtimalin ciddiye alınması gerektiğini savundum. Yoksa tabii ki herkes kendi kararını verecek.

İlker Aytürk kimdir?

Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesidir.

Lisans (1995) ve yüksek lisans (1997) derecelerini uluslararası ilişkiler alanında ODTÜ’den, ikinci yüksek lisans (2001) ve doktora (2005) derecelerini ise Yakın Doğu ve Yahudilik çalışmaları alanında Brandeis Üniversitesi’nden aldı.

Tel Aviv, Kudüs İbrani, Şikago Üniversiteleri ve École des Hautes Études en Sciences Sociales’de misafir araştırmacı ve öğretim üyesi olarak bulundu.

2011 yılında TÜBA-GEBİP Ödülü’nü aldı, 2012’de Fulbright bursiyeri oldu. Çalışma alanları düşünce tarihi, Türk siyasi tarihi ve Türk sağıdır.

Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar kitabını Berk Esen ile birlikte derlemiştir.

 

"
"