10 Nisan 2022

Ukrayna ülkesinin semaları ve Gogol'ün 'çayırkuşu'

Dünyanın edebiyatına adını yazdırmış yazarın ölümünden bunca zaman sonra, semalarında çayırkuşu yerine dumanların yükselip mermilerin uçuştuğu bir Ukrayna ve bu hengâmede savaşan iki ülkenin hiçbirinde adı hiç mi hiç anılmayan Gogol…

"Ukrayna'da yaz çok güzel çok nefistir! Çevrenin koyu bir sessizliğe, yakıcı bir sıcağa kendini bıraktığı o parlak güneşli öğle saatlerinin kavurucu sıcağı… Uçsuz bucaksız, masmavi gök kubbe toprağın üzerine tutkuyla abanmış, onu kucaklamış boşlukta oluşan kollarıyla onu sımsıkı sarmış, öylece tatlı bir uykuya dalmış gibidir. Tek bulut yoktur gökyüzünde. Tarlalardan sesler gelmez. Her şey ölüdür sanki. Yalnızca yukarlarda, göğün derinliklerinde bir çayırkuşu kanat çırpar. Hoş şarkısı havadan basamaklarda inip ulaşır tutkun yeryüzüne." 

Yukarıda aktardığım cümleler, Ukrayna asıllı Nikolay Vasilyeviç Gogol'ün (31 Mart 1809 - 4 Mart 1852), henüz çeyrek yüzyıllık yaşına ulaşmamışken yayımlanan öykü kitabının açılış cümleleridir. Dünyanın edebiyatına adını yazdırmış yazarın ölümünden bunca zaman sonra, semalarında çayırkuşu yerine dumanların yükselip mermilerin uçuştuğu bir Ukrayna ve bu hengâmede savaşan iki ülkenin hiçbirinde adı hiç mi hiç anılmayan Gogol 

Gogol, kendisinden on iki yaş küçük Dostoyevski'nin, "Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık." sözüyle adı, neredeyse o tanınmış öyküsünün gölgesinde kalmış yazardır. Aynı Dostoyevski, yirmi üç yaş büyüğü Puşkin hakkında "Puşkin, biz Ruslar için bir peygamber olarak oraya çıkmıştır." demişse de "Palto" yazarındaki yaygınlık, şair Puşkin için geçerli olmamıştır. Hiç kuşkusuz Gogol, etkisinde kaldığı, "taparcasına" sevdiği Puşkin'in gerçek bir hayranıydı ve kendisi Avrupa'dayken ustasının yok yere ölümüne çok üzülmüştü. Bu böyleyken Dostoyevski'nin, 8 Haziran 1880'de Puşkin adına dikilen heykelin açılış töreninde yaptığı konuşma (Dostoyevski, Batı Çıkmazı Puşkin Üzerine Konuşma, 1975), çok az sanatçının nasibi olan, neredeyse ölümü sevdirecek bir konuşmadır.

Gogol; "Palto" yazarı olduğu kadar Burun, Mayıs Gecesi, Portre, Bir Delinin Hatıra Defteri, Taras Bulba, Müfettiş ve Ölü Canlar yazarıdır aynı zamanda. Ölümünden yüz yetmiş yıl sonra, "bülbüller ürkmesin diye evleri civarındaki gölde çamaşır yıkanmasını bile yasak etmiş" bir babanın oğlundan söz edişim, onun yazarlığına ve yazdıklarına yönelik bir öncelikle değil. Doğduğu ve yoğun bir Kozak (Kazak) kültürüyle beslenip yetiştiği toprakların bugünlerde savaş alanına dönüşmesinin bendeki izlenimidir yazımın nedeni. Çocukluğu 'Dikanka' yakınlarındaki masalımsı çiftlik evinde geçmiş küçük "Nikoşa" olan Gogol'ün, birinci kısmı 1831'de, ikincisi 1832'de yayımlanan Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları'nın -Puşkin'in "Beni serseme çevirdi" dediği- öyküleri, göğünün derinliklerinde çayırkuşlarının kanat çırptığı Ukrayna hikâyeleridir.

Ukrayna'nın on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki uluslaşma döneminin yazarı Gogol'ün Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları kitabının öykülerini okuyunca Ukrayna kültürü/edebiyatı hakkındaki bilgilerimi zenginleştireyim istedim, buna mecbur oldum da diyebilirim. Gogol'ün, ulusal bir kimlik yaratma çabasıyla sonraki yıllarda "Mirgorod" ve "Taras Bulba" metinlerinde daha bir yoğunlukla anlattığı Kazak kültürü, Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları öykülerindeki başlangıcın bir devamıdır. Hemen belirteyim, Gogol'ün öykülerindeki Kazaklar, bildiğimiz Türk soyundan gelmiş olan Kazakistanlı Kazaklar değildir, tam aksine Türklere düşmandır onlar. Hikâyelerdeki "özgür insan" tanımlı Kozaklar (Kazaklar), özgürlük tutkularıyla tanınmış ve çok zaman kural-otorite tanımayan, bir yanda Polonyalılara (Lehlilere), güneyde Osmanlılar ile Kırım Hanlığı'yla çarpışmış Ukrayna (Rus) topluluğudur. Anılan bu Ukrayna (Rus) Kazakları, yerleşik bir yaşamdan çok düşman güçlerle çarpışmalardan elde edebildikleriyle yaşayan dağınık topluluklardır. 

Ukrayna'nın kültür tarihinden söz eden kaynaklar, on altıncı yüzyılda henüz Ukrayna devletinin adı yok iken Dinyeper Nehri üzerinde "Zaporojya Siçi" denilen bölgede yaşayan "Kazak-Büyücüler" diye bilinen ve sihirli yetenekleri olan kişiler olduğuna dair bilgiler vermektedir. İnanışa göre, bu büyücü/sihirbaz kişiler, günlük yaşamda ve savaşlarda, özel yetenekleriyle hayli etkili olabiliyorlardı. Öykülerinde bir yandan halk masallarından sıklıkla alıntılar yapan Gogol, bir yandan da sözü edilen bu özel yeteneklileri, olay kişileri yapmıştır.

Okuyanları bilir, Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları kitabının hemen her öyküsünde büyücüler, şeytanlar, sihirbazlar var, öyle ki metnin içinde öykü kahramanlarından her biri gibidir onlar da. "Soroçinets Panayırı" öyküsünde "bir öpücüğüne" anlatıcının varını yoğunu vereceği kızın önünde "bir şeytan" oturmaktadır. Büyücünün 'Basavryuk' olduğu "İvan Kupalo Gecesi" öyküsünde Petro elini çiçeğe uzatmışken "onun eliyle birlikte arkasından doğru yüzlere el birden uzanmış" olur çiçeğe. Aynı öyküde "cadı karısının" sesi duyulur ve sonrasında "şeytandan insana hayır gelmeyeceği" söylenir ağız birliğiyle. Altın için torbalarına hevesle bakanlar, torbalarının "altın yerine kuru kafalarla dolu" olduğunu görürüler. "Kaybolan Yazı" öyküsündeki anlatıcı, yanındakilere "benim ruhum çoktan şeytana satılmıştır" der çekinmeden. "Noel Gecesi" öyküsünde, "cadı karısı" aşağıdan bakılınca ancak "kara bir lekecik" görünebilecek kadar yükselmiştir. Dikanka'da "şeytanın Ay'ı çaldığını" gören olmamıştır. Aynı öyküde, evine gelen gönül bağı kurduğu erkekleri birbirinden ustalıkla saklayan Soloha adlı kadının sakladıklarından demirci Vakula, kurtulup kaçarken şeytanı omuzunda taşıdığını bilmeden şeytandan yardım aramayı sürdürür. Cebinde saklandığı erkeği, zor durumda kaldığında nasıl davranacağı konusunda uyarır şeytan. "Büyülü Yer" öyküsünde anlatıcının dedesi, şeytana duyulmadık küfürleri sıralar.

"Kiev'in bir ucunda" yapılan düğün şenliklerinin betimlemesiyle başlayan "Korkunç İntikam" öyküsü, baştan sona Dinyeper Nehri bölgesindeki özel yetenekli tarihsel kişilere uzanan anlatımıyla öne çıkan bir öyküdür. Düğünün neşeyle devam ettiği bir anında, halkın "Büyücü bu! O büyücü! Gene çıktı ortaya" diyerek tedirgin olduğu yaşlı Kazak, düğün sahibi yüzbaşının kardeşi Danilo Burulbaş'ın bir çocuk annesi eşi Katerina'nın, Dinyeper bölgesinde bir süre kaldıktan sonra yirmi yıl boyunca kayıplara karışmış babasıdır. Bir türlü sevemediği damadıyla kızının evinde çok kez kavga eden baba, zindana tıkılır ancak bir yolunu bulup kurtulur, öykünün sonraki bölümlerinde kızının ruhunu çağırarak Katerina ile evlenmek istediğini, böyle yapmazsa oğlunu keseceğini söyler. Giderek içinden çıkılmaz boyutlara ulaşan olayların sonunda Katerina aklını yitirir ve babası da kızını öldürür. Ukrayna'nın coğrafyası ve folkloruyla iç içe geçmiş pek çok olay, masal havasıyla anlatılır öyküde.

Andığım kitabın sekiz öyküsünün her birinde Gogol'ün, doğup büyüdüğü toprakların hikâyelerini okurken edebiyat sanatçılarının egemen güçlerce neden sevilmediğini yeniden anlamaya çalıştım. Aralarında bugünün savaş yanlılarının da yer aldığı güçlülerin, dünyamızı çoraklaştırarak yaşanmaz kılışlarına karşılık, sanatçıların yaşanabilir başka dünyalar yaratmaları, egemenlerin dayatma planlarını gölgelemiş gibi görünüyor. Bosna, Irak, Suriye, Yemen vb. ile bu günlerde; şehirlerinin yakılıp yıkıldığı, çocuk-yetişkin insanlarının öldüğü, halkının ömürlük birikimleriyle yaşama mekânlarından ayrılarak başka ülkelere göç etmek zorunda kaldığı, sivil yerleşim merkezlerinde kadınlarına tecavüz edildiği Ukrayna'yı gördükçe Gogol'ün betimlemelerini çerçeveletip duvarlara asmak geliyor insanın içinden. 

"Neşelenince neler yapmaz ki insan!" diyor ya Gogol, güç sahipleri de insana çok görüyor bu neşeyi ve karartıyorlar aydınlığı. İstiyorlar ki insan sürekli bir 'güven' sorunu yaşasın ve kendilerinin onlara lütfettikleriyle yetinmek zorunda kalsın. "Bir Mayıs Gecesi ya da Suda Boğulmuş Kız" öyküsünün ilk cümlesi de insanın günlük yaşam kaynağı olan neşe: "Neşeli şarkılar bir nehir gibi akıyordu köyün sokaklarından. Gündüzün işleriyle koşuşturmalarıyla yorulmuş köy delikanlılarının, kızlarının gürültüsü bir topluluk oluşturup pırıl pırıl bir akşamın parlaklığında neşelerini hüznün hiçbir zaman eksik olmadığı seslere döktükleri o güzelim saatleriydi günün." Aynı öykünün "Başkan" kısmında Ukrayna gecelerini anlatır Gogol: "Ukrayna gecesini bilir misiniz? Oh, hayır, nereden bileceksiniz? Gökyüzünün ortasında ay gülümser size. Usuz bucaksız gök kubbe daha bir büyümüş, daha bir uçsuz bucaksız olmuştur. Alev alev yanar, soluk alır. Toprak gümüş rengi bir aydınlığa bürünmüştür. Hava taptazedir, serin sıcaktır, huzur doludur, bin bir çeşit tatlı kokunun oluşturduğu bir okyanus gibi kımıldanır. İlahi bir gecedir bu! İnsanı büyüleyen bir gece!" Ne kadar da uzağız şimdi bu hayat dolu Ukrayna'dan.

İkinci bölümün ilk öyküsü "Noel Gecesi" de tıpkı ilk bölümü başlatan "Soroçinets Panayırı" benzeri, halkın günlük yaşamının bir eğlencesiyle başlar: "Noel'den önceki son gün de geçmiş aydınlık bir kış gecesi başlamıştı. Yıldızlar göz kırpıyorlardı gökyüzünde. Ay iyi insanları, bütün yeryüzünü aydınlatmak için göz kamaştırıcı olanca güzelliğiyle yükseliyordu." Öykünün devamında, gecenin ilerleyen saatlerindeki eğlence ortamı kıskanılacak güzelliktedir: "Nefisti Ay gökyüzünde! Böyle bir gecede kahkahalarla gülen şarkılar söyleyen gen kızarın, her türlü şakaya oyuna (ancak neşeyle gülümseyen bir gecenin insanın aklına getirebileceği şakalara, oyunlara) hazır delikanlıların arasında dolaşmanın ne hoş bir şey olduğunu anlatmak öyle kolay değildir." Anlatılmasına sözün yetmediği insan güzellikleri, muhterislerin dizginlenemez hırslarıyla yok edilebiliyor ne yazık ki.

Dünyanın büyük paylaşımcılarının damak zevki için mitolojiyi çağrıştırır biçimde, ülkeler kurban ediliyor modern dünyada. Düşünceyi, kanun ve zindanla; tarihi de buldozer, beton ve bombayla karartıp yok edenler, mermilerin ateşiyle çorbamı ısıtayım çıkarcılığıyla insanı öldürüyor savaşlarıyla. Şimdi, burnumuzun dibinde bir savaş ve kıyılarımıza vuran serseri mayınlar… Ekranlarımızda 'uzman' kişiler, karşılarında haritaları ve ellerindeki çubuk kalemleriyle ahkâm kesiyorlar politika, askeriye ve strateji konularında. Televizyon kanalları daha çok seyredilmenin derdinde; 'can' önemini yitirmiş 'yağ' kaygısı başat sorun. Patronlar, yakılıp yıkılan şehirleri donatacak kendi inşaat şirketlerini çoktan belirlemişlerdir bile. Savaş ve strateji uzmanı olmayan zamandaşım yazar Susanna Tamaro, "İyi düşünceler adına on milyonlarca insan öldürüldü ve dünya hâlâ daha iyi bir yer haline gelmedi; hatta tam tersine oldu." (Daha Çok Ateş Daha Çok Rüzgâr, 2003) cümlesiyle özetlemiş dünyanın durumunu.

Birbirleriyle derin tarihsel bağları olan iki ülkenin savaşı, kendilerinden başkalarını da olumsuz biçimde etkiliyor ne yazık ki. Savaşın, gücü elinde tutanın iktidar hırsı uğruna yarattığı kayıpların listesi hiçbir yarayı sağaltmaz. Savaş sonlandığında giderilebilecek hasarlar vardır elbette ancak bu çatışmanın körüklediği kutuplaşmanın 'sanat' alanındaki yıkımını insanlığa karşı işlenmiş büyük bir suç olarak bilmemiz gerekir. 

Her ne kadar Ukrayna kökenli olsa da Gogol, 'dünyanın edebiyatı' kitabına adını 'Rus yazar' olarak yazdırmıştır. O, Ukrayna'nın gözü pek Kazaklarını anlattığı yıllarda bile Petersburg hayaliyle yaşamıştır. 1929'da V. Alof takma adıyla yayımladığı manzum Hans Kühelgarten hikâyesinin şehir yaşamında umduğunu bulamayan Hans'ı, Petersburg şehrine ilk geldiğinde hayal kırklığına uğramış Gogol'den başkası değildir. Buna karşılık, sonraki "Burun", "Portre", "Palto" öykülerinin de yer aldığı Arabeskler kitabının "Neva Bulvarı" öyküsünün, Petersburg övgüsüyle açıldığını bilelim. Aralarında köprü olduğu ve bugünlerde savaşan iki ülkeyi Gogol de barıştıramadı ne yazık ki. Zaman Gogol zamanı değil, kalem yerine kılıçlar konuşuyor çünkü. İşin daha da kötüsü, iki ülkenin çatışmasıyla belirginleşen kutuplaşmada, Rusya'nın sanat değerlerine uygulanan ambargo saçmalığından Gogol'ün de payını alacak olmasıdır. Yüz yetmiş yıl sonra iki arada bir derede kalmak, ne tuhaf bir durum!

Toprak zemine kondurulmuş tek katlı ilkokuluma başladığımda, sınıf kapılarının açıldığı salonda, "Kalem, kılıçtan güçlüdür." sözünü okumuştum. Sözü ilk okuyuşumdan neredeyse yarım yüz yıl sonra Rilke'nin, kitabına da adını veren "Kalem ve Kılıç" (Kalem ve Kılıç, 2003) öyküsünü okuyunca kalemin gücünü açık seçik gördüm. Kalemin kılıca/silaha üstünlüğü, kurmacanın içinden çıkarak yaşamın gerçeğine dönüşebilseydi keşke.

Gogol, günlük yaşamdaki insan ilişkilerinden söz ederken "Çok tuhaftır bizim şu dünyamız! Üzerinde yaşayan yaratıkların hepsi birbirinin kuyusunu kazmaya, birbirini gülünç durumlara düşürmeye çalışır." (Noel Gecesi) diyor ya bizim de bir parçası olduğumuz bu dünyayı anlatıyor tastamam. Dünyanın gündemi 'savaş' iken Gogol'ün, muhterislerin hoşuna gitmeyecek bir cümlesiyle bitireyim: "Ne zaman boş şeyleri bırakacak insanoğlu!" 

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"