22 Mayıs 2022

İki şairin öyküsü, soytarı, müdâhane, dalkavuk, vesaire

Bilelim ki dalkavuk, egemen ideolojiye yol döşeyendir; aksine sanatçı ise egemen yapının eklem bağlarını sökebilendir. Edebiyat metinlerini okumaya devam edelim, onlardan öğreneceklerimiz var

Yazımın başlığının sonlarından başlayayım. Bu netameli konuda 'dalkavukluk tarihi' yazmak ya da 'dalkavuklar listesi' hazırlamak türünden bir iddiam olamaz elbette. Uzmanları, tarihsel bilgileri vermişlerdir ve bir de toplumsal yaşamda eli kalem dili kelam tutanların dalkavuk bilinenleri, seçimlerinin bilincindedirler muhtemelen. Ben, bu toplumsal sorunu, götürüp sonunda bir iki edebiyat metniyle ilişkilendirmek istiyorum, o kadar.

Günlük yaşamda sıkça kullanılan 'dalkavuk' sözünü, Lafontaine'in çok bilinen 'fabl' örneği "Karga ile Tilki" manzumesini okuyanlar, hemencecik anımsayabilirler. Hatırlayınız ki ağzında peynir olan karga, ağacın dalına konmuştur ve karganın ağzındaki peyniri kapmak isteyen tilki, türlü güzel sözler söylemektedir yukarıdaki kargaya. Onca övgünün sonunda tilkinin, "Tüyleriniz gibiyse sesiniz/ Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın." sözlerine dayanamayan karga, sesini göstermek için ağzını açtığında düşen peyniri kapan tilki, tarihin kayıtlarına geçmiş tecrübeyi duyurur kargaya: "Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir."

İlgili benzerlerine bakıldığında 'dalkavuk' arada kalmış bir sözcük gibi duruyor. Sözcüğün Batılı karşılığı 'soytarı' iken Doğulu olanın ise "müdâhane" olduğu yazılır kaynaklarda. Zaman ve mekân sınırlarında kısıtlı kalmayan bu davranış, dilin canlılığına kanıt olurcasına yeni sözcüklerde karşılık buluyor zamanla: yağcı, yalaka, yalama, çanak yalayıcı, yalamacı, şaklaban, maskara, kılbaz, piyazcı… İster kralın soytarısı deyin, isterseniz sultanın dalkavuğu ya da diğerleri, uygulamada pek bir fark yoktur çünkü sıralanmış sözcüklerin karşıladığı kişilerin ortak özelliği, onların "omurgasız" oluşlarıdır. Kaldı ki bu omurgasız kişilere sahip olarak illa ki kral ya da sultan olması da gerekmez. Kendince güçlü olan hemen her güç sahibinin kendi ölçülerine göre dalkavuk edinmesi mümkündür. Hikâyesi çoktur ya dalkavukluğun, bir insanlık hâli olarak bu davranışın da zamana ve koşullara bağlı olduğunu söyleyelim. Bugün öyle sanılanlar yarın öyle görülmeyebilir, ayrıca birilerinin dalkavuk saydıkları, başkalarının gözünde kahramandır belki de.  

Türkçe Sözlük (TDK, 2005), "dalkavuk" sözcüğünü, "kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen" ve "saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren" olarak tanımlıyor. Aynı Türkçe Sözlük, "soytarı" için de "söz ve davranışlarıyla halkı güldürüp eğlendiren kimse, maskara" ve "hileci, yaltak kimse, kaşmer" karşılığını veriyor. Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2005), soytarı için "söz ve davranışlarıyla halkı güldürüp eğlendiren kimse" açıklamasına, "menfaati uğruna şeref ve itibarını düşünmeden kendini gülünç duruma düşürecek şekilde yaltaklanan" eklemesi yaparak, "tuhaflıkları ve esprileriyle padişahları, kralları vb. eğlendiren" açıklamasını yapıyor.

Gerek soytarılığın gerekse de dalkavukluğun tarihine dair nesnel bilgiler vermek kolay görünmüyor. Firavunlar dönemi Mısır ile Antik Roma gibi başka benzer toplumlarda, adları başka olsa bile eğlenceci soytarılar olduğunu yazıyor kaynaklar. Anlaşılan o ki Samsatlı Lukianos (125-180 )'un Dalkavukname (Büyüyenay, 2016; çev. Vasilaki Vuka; İlk basım:1870) kitabı, şimdilik ilk yazılı kaynağımız. Buna karşılık, Avrupa coğrafyasının Orta Çağ döneminde, bölgeden bölgeye geçen farklı gezginci gruplardan olduğu sanılan soytarıların halkı eğlendirme becerileri, bir süre sonra onları kralın sarayına terfi ettiriyor. Kralı eğlendirmekle görevli soytarılar, zamanla kralın akıl danıştığı kişilere dönüşmüş. Yine aynı coğrafyada, varlığı kabullenilemeyen engelli çocuklara soytarılık yaptırıldığı ve aynı çocuklara eğer bir 'iş' verilecekse bunun ancak soytarılık olabileceği de kayıtlarda geçiyor. Doğu/İslam dünyasında dalkavukluğun tanık olunabilen bin yıllık tarihinden söz ediliyor. Bu coğrafyada adını tarihe yazdıran ünlü dalkavuklar, Abbasi halifesi Harun Reşit (763 - 809) zamanındaki Eşebi Temma ve Ebül-Hasan Halil imiş. Dalkavukluğun, Gazneli Mahmut (997-1030)'un, sarayındaki dalkavuğu Telhek'in adından geldiği de söylenmektedir.

Murat Belge'nin "Saray Soytarısı ve Dalkavuk" (Tarihten Güncelliğe, 2017) yazısından öğreniyoruz ki bazı ortak yanlarına karşın Batılı 'soytarı' ile Doğulu 'dalkavuk' aynı kişiler değil. Soytarı; eğlendiren ancak sözleriyle iğneleyen ve kralını eleştirebilendir, yani gerektiğinde muhalif olabilendir. Buna karşılık dalkavuk; yalnızca onaylayan bir "evet efendim"cidir, asla muhalif olamaz. İlhan Selçuk, adını yaygınlaştıran Düşünüyorum O Halde Vurun kitabında omurgasız iki tipi karşılaştırır: "Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır, dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır." 

Reşat Ekrem Koçu kaynaklı, kamuya mâl olmuş bilgilere bakılırsa geleneğin tam aksine, kavuğun üzerine hiçbir şey sarmadan giyen dalkavuklar, I Mahmut (1730-1754) döneminde meslek örgütü bile kurmuşlar. Bu bilgilerden biri, "kimsesiz dalkavuk kulların" padişaha "arzuhali": "Her sene Ramazanı Şerif geldiğinde İstanbul'da, davetli, davetsiz iftarlara gideriz. Ulemanın, ricalin, devletin vesair büyüklerin mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, türlü türlü reçeller, süzme aşureler, şerbetler, tavukgöğüsleri, elmas pareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, hoşaflar yer içeriz, üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırları ile velinimetimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikârdır. Kadim nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmamızı, içimizden uygunsuzlarını tard edilmesini, tavır ve hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağa'nın cümlemize kâhya tayin olunmasını ve memuriyetini bildiren bir kıt'a ruhsatname ihsan buyurulmasını niyaz ederiz. Emir ve ferman devleti inayetli efendim sultanım hazretlerinindir. İmza: Dalkavuk Kulları" Yazılanlar doğruysa Osmanlının padişahları, bile isteye saraylarında dalkavuklar bulundururmuş. Bunun nedeni, padişahın çevresindekiler yalakalık yaptığında, "benim zaten görevli elemanlarım var, sen kendi işini yap" demek içinmiş. Ne günler!

Nesneleri yumuşatmaya yarayan yağ olan "dühn" sözcüğünden türemiş "müdâhane" sözü, dalkavukluğun İslam kültüründeki adıdır. Bu kültürün, 'dalkavuk' bahsinde 'müdâhane' sözcüğüne bakarken karşılaştığım bir hadisi aktarayım: "Övgüde ölçüyü kaçıranları gördüğünüzde yüzlerine toprak atın." Şöyle bir bakınız, bu hadisin gereği yapılacak olsaydı bırakınız makinalı tarımı, saksılara çiçek dikecek toprak kalmazdı yeryüzünde. 

Rus edebiyatının tanımış şairi Nikolay Stepanoviç Gumilyev (1886-1921)'in "Son Saray Şairi" ile Nahit Sırrı Örik (1895-1965)'in "Şair Necmi Efendinin Bahar Kasidesi" öykülerini okuyunca adı; soytarı, dalkavuk, müdâhane vb. olan omurgasız kişiler düştü aklıma. Her iki öykü de sözü olan şair ile gücü olan iktidarı ilişkisini konu ediniyor. 

Gumilyev'in, "saraydaki törenlere kasideler yazan yaşlı şairi" kralı tarafından bir türlü emekli edilmez, "asık yüzlü" şair de emekliliğe pek istekli değildir. Durumu idare etme, şairin şiirini değiştirmesiyle sonlanır. Karısının genç bir ressamla kaçmasıyla evliliği sonlanmış saray şairi, yalnız yaşamaktadır. Şairin saraydaki işi, kraliyet ailesinin kutlama törenlerinin sonrasında, toplanılan taht salonunda beylik şiirlerini okumaktır. Sarayın, bu tekrarın tekrarı şiirlere karşılığı, "eldivenli parmakların uçlarıyla" el çırpmaktan ibarettir. Gösterinin sonunda kralın elinden "bir yüzük veya altın bir tütün tabakası" alan şair, tören sonrası yemekte saray halkı gibi günlük gelişmeleri konuşur, aldığı hediyeyi yetkiliye teslim ederek evine döner. "İspanya prensinin gelişi için düzenlenen ve şairin yakınlarında oturan davetliler arasında önceki krallığın kocamış, saçları ağarmış ve dişsiz üst düzey yönetici bir bürokratının da bulunduğu tören yemeği" şairin rutin yaşamını bozmuştur. Şiirinin dilini eleştiren bürokrata kızan şair, töreni terk ederek evine döner. Uşağı, "şairin vaktiyle alaycı ve küçümseyen bir gülümsemeyle 'şehirliler' dediği şairlerin" şiirlerini toplayarak şaire getirir ve şair de bu şiirleri okuyarak yeni bir şiir dili oluşturur. Ne var ki prensesin evlilik töreninde okuduğu bu yeni şiirler, "eski güzel sözlerin diğer seçkinlikleri"ni arayanları şaşkına çevirir çünkü bu şiirler "mükemmel" olabilirler ama "kurallara uygun değil"dirler. Saray şairinin, "uzun süre gemlenmiş yeteneği" hiç beklenmezken ortaya çıkmış ise de alkışlamazlar şairi. Öyle ki "sarayın huzurunda, bizzat kralın huzurunda iyi şiirler okumaya cüret etmek" öfke kaynağıdır ve kral da ödülü vermekten vazgeçer. Saraydan ayrılırken emekli edileceği emrini duyan şair, evine gidince yeni şiirlerini okurken "şehirli" şairleri aştığını bile düşünür. Bu güvenle ayrılalı görüşmediği karısına mektup yazarak "İşte sen böyle bir adamı terk ettin!" der.

Nahit Sırrı Örik'in, "Şair Necmi Efendi'nin Bahar Kasidesi" öyküsünde, saraydan caize alabilmek için yeni sadrazama 'kaside' yazmaya zorlanan şairin dramı vardır. Necmi Efendi, saray kökenli eşinin zorlamasıyla yeni vezire 'kaside' yazıp huzura çıksa da pek bir itibar görmez. Kâhyanın, aşağılayıcı biçimdeki küçük bir kesesiyle gönderilen şair, bu kez de vezirin aldığı yeni bir yalı için kaside yazmaya zorlanır eşi tarafından. Saray için kaside yazmaya hiç mi hiç istekli olmayan Necmi Efendi'nin "büyük bir kusuru" vardır ki o da "dalkavukluk edemiyor" olmasıdır. Caize nedeniyle kendisine baskı uygulayan eşinin, bir yandan da kendisine ve sanatına yönelik ağır hakaretlerine uğrayışı, şairin yaratıcılığını köreltir. Şair Necmi Efendi'nin, "bulunduğu vilayetlerde zulüm ve irtikâbıyla herkese el aman dedirtmiş" vezir Abdülkadir Hulusi Paşa için yazdığı ilk kaside için saraydan utançla aldığı küçük caize tükenip de sıra evdeki birkaç parça elmasın satılmasına geldiğinde yeniden sipariş şiir yazmaya zorlanan şair, önemli bir hastalık dönemi geçirir. Hastalık sonrasında baharla birlikte sağlığına kavuşunca özgür iradesiyle yazdığı kaside, caize hatırına sadrazam Abdülkadir Hulusi Paşa ve onun vurgunculukla edindiği köşkünün adı geçmeyen, "(i)nsanların yalan söylemedikleri bir memlekete, çirkinlik olmayan, hırsızlık bulunmayan, cürüm ve ceza bilinmeyen bir memlekete, ayak öpülmeyen bir memlekete ait baharı tasvir ed[en]" türde bir kasidedir. Ne yazık ki şair, eşi Hatice Gülfam Hanım evde yokken bu şiiri yazdığında, bir daha uyanmamak üzere ebedî uykusuna yatmıştır.

Her iki öykünün şairi de boyun eğmediklerinde, boyunduruktan kurtulup özgürce yazdıklarında şairdirler. Gumilyev'in "en az ataları kadar tembel ve tasasız" kralı, şairi yeni bir dille yazdığı şiiri okuduğunda, "ödül olarak hazırlanmış yüzüğü memnuniyetsizliğini ifade eden bir jestle kenara bırakmıştı"r. Nahid Sırrı'nın sadrazamı, "eğilip el etek öpen şairin yüzüne bakma"dığı gibi "onun el etek öpmesini men için eli en küçük bir hareketi esirge"mişken "gözleri Necmi Efendiye baksa bile, onun güya ki şeffaf olan mevcudiyetini delip geçecek" sertliktedir. Bu benzerlik, Halil İnalcık'ın yargısının Osmanlı şairi/şiiri ile sınırlı kalmadığını gösteriyor. "Patrimonial devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, haset, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlakını ya da ahlaksızlığını oluştururdu." (Şair ve Patron, 2003). Bu çelişkili ilişki, sanat/şiir ile sınırlı da değildir.

XXI. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamak üzereyiz ve elbette Reşat Ekrem Koçu'nun tanımladığı biçimdeki resmî dalkavuklar yok aramızda. "İşleri, meslekleri başkalarını eğlendirmek olan dalkavuk esnafına zelil adamlar kabul edilmişti ve onlara serpuş olarak ayak takımının ve eşrafın ve askerin serpuşu olan külah giydirme imkânı bulunamamıştı; zira külahlarına ne sararlarsa sarsınlar yahut dalkülah da olsalar muhakkak esnaf veya askerle karıştırılacaklardı. Kavuk ise daima üzerine bir şey sarılarak giyilen serpuş olduğu için o zelil adamlara serpuş olarak kavuk seçildi ve toplum içinde derhal seçilmemeleri için de 'dalkavuk' olmaları, yani kavuklarına hiçbir şey sarmamaları emrolundu, bu suretle kendileri de alametifarikaları olan serpuşlarına nispetle 'Dalkavuk' adını aldılar." Tanımlananlar; gazete okurken, radyo dinlerden, televizyon seyrederken ya da günlük yaşamın başka alanlarında tanık olduklarımız, ağacın altında, 'alık' karganın peynirini bekleyen 'dalkavuk' tilkilerdir, bulabilirsek yüzlerine toprak atalım onların. Sanıldığı gibi politik alanla sınırlı değil; medyanın, akademinin, edebiyatın, vb. kendi dalkavukları var. İki öykünün şair karakterlerinin ödedikleri fatura, "olmak ya da olmamak" meselesidir. Bilelim ki dalkavuk, egemen ideolojiye yol döşeyendir; aksine sanatçı ise egemen yapının eklem bağlarını sökebilendir. Edebiyat metinlerini okumaya devam edelim, onlardan öğreneceklerimiz var.

Yazarın Diğer Yazıları

Murat Akan, ‘Sansar, Baykuş ve Tomson’ romanını anlattı: Cinlerin, perilerin cirit attığı masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim

"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

Halit Ziya, roman, dizi, yeniden "Aşk-ı Memnu" ve "edebiyatta ahlak" meselesi

Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir

"
"