24 Nisan 2022

'Dünya Sanat Günü' ve sanata ayıracak zamanı kalmayan dünya

Modern zamanların "çıkar" odaklı dünyasında, ütopya masalı okuyunca sanata kulağını tıkayanlardan ilkinin, birlikte yaşadığımız 'dünya' olduğunu düşündüm. Dünya, kulaklarını tıkadı, "sanat günü" kutlandı ve hemen ardından dünya; silahları, bombaları, banka hesaplarını, yeni savaş stratejilerini konuşmaya başladı bile

15 Nisan'da 'Dünya Sanat Günü' kutlandı ancak dünyanın pek de umurunda olmadı bu kutlama çünkü dünyanın gündemi çok yoğun, 'sanat' gündeme giremedi. Rusya-Ukrayna çatışmasının konuşulduğu 2022 yılında değil de başka bir yılın 15 Nisan gününde 'sanat' için kutlama yapılsaydı o günün mühim konuları nedeniyle 'sanat' yine gündem dışı kalacaktı. Edebiyatın 'kişileştirme sanatı' yöntemiyle sanat da konuşabilseydi şöyle derdi dünyaya: Benim için 'gün' ayırmışsınız, meşgul ettiğim için özür dilerim, gününüzü geri alınız lütfen!

Âlemin malumu ya yineleyelim. 2012 yılından bu yana kutlanan "Dünya Sanat Günü" etkinliği, ressam Bedri Baykam'ın, Uluslararası Sanat Derneği'nin 2011'de Meksika'daki genel kuruluna Türkiye temsilcisi olarak sunduğu öneriyle gerçekleşmiş. Bedri Baykam'ın, Rönesans sanatçısı Leonardo da Vinci'nin doğum günü15 Nisan'ın, "Dünya Sanat Günü" olarak kutlanması önerisi oy çoğunluğuyla kabul edilince kutlamalar da 2012'de başlamış. 

İnsan ile sanatın ilişkisi söz konusu edildiğinde ne çok kaynak çıkar karşımıza: kitap, film, belgesel, müze… Bütün bu kaynakların, ilgililerini sonunda götürüp bırakacağı yer, mağara duvarlarına çizilenlerin karşısıdır. "Dünya Sanat Günü", ustaların ustası 1452 doğumlu Leonardo'yu, dolayısıyla da sanat kavramını, dünyanın kör gözüyle sağır kulağına sokmayı düşlemiştir anlaşılan, zor ya biz kolay gelsin diyelim yine de.

Irwın Edman, sıkça yararlandığım Sanat ve İnsan (1977) kitabındaki sözleriyle çok şeyi özetlemiştir gibi gelir bana: "Dünya gözlerimizin önündedir; ondan yalnızca söz edecek değiliz, aynı zamanda ona bakacağız. Konuşmak için dilimiz, işitmek için kulağımız olduğu gibi, görmek için de gözlerimiz vardır." Bu, dünyanın sanatı için de böyledir kuşkusuz.

Jack London, henüz tam olarak insanlaşmamış garip yaratıkların ilginç yaşam biçimlerinden söz ettiği Âdem'den Önce kitabında şaşılacak bir sanat olayından söz eder. Garip yaratıkların oluşturdu kalabalık, ormanlık arazide dolaşırken "birisi yerden bir sopa alıp bir kütüğe vurmaya başla"yınca orada hemencecik bir tür "ritim uydur"muş olur bu eylemiyle. Dağınık kalabalık, anlık ritme uyar ve ritim onlarda "yumuşatıcı bir etki" uyandırır. Kendilerini etkileyen ritmin etkisiyle hey-hey toplantılarını çoğaltan kalabalık, önceki yaşantılarının "ne kadar amaçsız, ne kadar başıboş" olduğunu anlamış olurlar. Ritim kaybolduğunda tekrar saçma sapan gürültülerine dönen kalabalık için ritim eşliğindeki bu hey-hey toplantıları, "yeni yeni doğmaya başlayan bir sanat" olmuştur artık.

Alman romantizminin öncülerinden şair filozof Novalis (1772-1801), masalımsı anlatılarla zenginleştirdiği ve bir tür 'şiir dersleri' olan Heinrich von Ofterdingen romanında, modern dünyanın sanat duyarsızlığını ilginç bir hikâyeyle anlatır. Annesi, gördüğü bir rüyanın etkisiyle morali bozulan oğlu Heinrich'i, eski mutlu günlerine kavuşabilmesi için uzaklara, dedesinin yanına götürmeye karar verir. Bu uzun yolculuk süresince anne ile oğula zengin bir tüccar grubu da eşlik eder. Yolculuk, şiir bilgilisi tüccarlar ile şiir sevdalısı genç Heinrich arasındaki konuşmalarla sürer gider. Anlattıklarını şaşkınlıkla dinleyen genç yolcuya, "bitmek bilmeyen ticari işleri" nedeniyle daha çok anlatamadıklarına üzüldüklerini söyleyen tüccarlar, "aynı zamanda kâhin ve rahip, kanun koyucu ve doktor" olan geçmiş zaman şairlerinden birinin hikâyesini anlatırlar.

"Gene o günlerde bu tuhaf şair veya şarkıcılardan biri denizaşırı memlekete doğru yola çıkmış. Yanında hayranlarının minnettarlık hediyesi güzel mücevherler ve harikulade objeler varmış. Kıyıda bulduğu bir gemideki adamlar; söz verdiği ücret karşılığında onu istediği yere götürmeye razı olmuş. Hazinelerin şaşaasına ve güzelliğine tamah eden bu kötü adamlar, aralarında anlaşarak onu denize atıp mallarını aralarında paylaştırmayı tasarlıyormuş. Kıyıdan açılınca üstüne çullanarak kendisini öldürüp denize atacaklarını söylemişler. Yalvararak onlardan hayatını bağışlamalarını istemiş şair, fidye karşılığı hazineleri onlara bırakacağını ve eğer canına dokunurlarsa başlarına çok büyük felaketler geleceğini söylemiş. Ama söylediklerinden hiçbirisi korsanların fikrini değiştirmemiş çünkü şairin onları ele vereceğinden korkuyorlarmış. Onların bu kadar kesin kararlı olduğunu gören şair, son dileği olarak basit tahtadan sazı ile bir şeyler çalmasına izin vermelerini istemiş ve sonra onların gözü önünde kendini denize atacağına söz vermiş. Adamlar, onun büyülü müziğini duyunca katı kalplerinin yumuşayacağını ve pişman olacaklarını biliyorlarmış. Nihayet bu son dileğini yerine getirmesine razı olmuşlar ama kararlarından vazgeçmemek için kulaklarını tıkayarak müziği dinlemeye karar vermişler. Şarkıcı harikulade, sonsuz duygulu bir şarkıyla başlamış. Bütün gemi çınlıyor, dalgalar tınlıyor ve yıldızlar gökte aynı anda parlıyormuş. Yeşil suların içinde sürü halinde dans eden balıklar ve deniz canavarları sıçrıyormuş. Sadece gemiciler düşmanca kulaklarını tıkamış, sabırsızlıkla şarkının sonunu bekliyormuş. Az sonra şarkı sona ermiş. Ve şarkıcı kaygılanmadan mucizeler yaratan çalgısıyla birlikte suya atlamış. Pırıl pırıl dalgalar onu tam kucaklamak üzereyken altında minnettar bir canavarın sırtını fark etmiş. Canavar, hayretler içindeki şarkıcıyı sırtına almış ve hızla yüzerek oradan uzaklaşmış. Kısa bir zaman sonra şarkıcının gitmek istediği kıyıya vararak onu yumuşakça sazların arasına bırakmış. Şarkıcı kurtarıcısına neşeli bir şarkı söylemiş ve minnet içinde oradan uzaklaşmış. Bir zaman sonra şarkıcı deniz kenarında tek başına dolaşmaya ve ahenkli namelerle mutlu anlarının anısı ve kendisine duyulan sevgi ve minnetin işareti, kaybolan kıymetli mücevherleri için sızlanmaya başlamış. O böyle şarkı söyleyip dururken denizdeki eski arkadaşı çıkagelmiş ve haydutların çaldığı hazineleri ağzından çıkararak kumlara bırakıvermiş. Meğer gemiciler, şarkıcı denize atladıktan sonra hemen onun mirasını bölüşmeye başlamışlar. Paylaşma esnasında aralarında çıkan atışma, birçoğunun hayatına mal olan korkunç bir kavgayla sonuçlanmış. Geri kalanlar gemiyi yönetemedikleri için kısa zamanda karaya oturmuş ve batmış. Zorlukla hayatlarını kurtararak boş eller ve yırtık pırtık elbiselerle karaya çıkmışlar. Ve minnettar deniz hayvanının yardımıyla denizden çıkartılan hazine gene eski sahibini bulmuş."

Novalis'in, sanatın toplumsal yaşamdaki yeri adına derin anlamlar çıkarılacak hikâyesinin bugün için bir karşılığı yok elbette. Rabelais'in, bir genç kızın işlemeli saten giysileriyle temizlenen insan canavarı Gargantua'sının, "boktan incik boncukları, sırmaları kıçımı bereledi" şikâyetiyle işleme ustasının bağırsak hastalığına yakalanmasını dilediği gerçek modern zamanlardayız artık. İçinde birlikte yaşadığımız bu dünyayı, Schiller'in cümleleriyle özetleyebiliriz: "Şimdi ise gerekseme (ihtiyaç) ağır basıyor, düşmüş olan insanlığı da amansız boyunduruğu altına alıyor. Çıkar, zamanın büyük putudur; bütün güçlerin ona yaranması, bütün yeteneklerin de onu övmesi gerekiyor. Bu kaba terazide, sanatın iç yararlılığının hiçbir ağırlığı yok; her türlü canlılığı da elinden alınarak yüzyılın gürültülü pazar alanından yok oluyor." (İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup)

"Dünya Sanat Günü" için yeniden Novalis'in hikâyesine döneyim. Yirmi dokuz yıllık kısacık ömrüne çok şeyleri sığdırmış sanatçının anlattığı hikâye; şairlerin, "sazlarının garip tınılarıyla ormanların gizemli yaşamını, ağaçlarda gizlenen ruhları canlandıran, kurak çöllerde bitkileri filizlendiren ve bahçeleri yeşerten, vahşi hayvanları evcilleştiren, çılgın insanları düzen ve ahlaka davet ederek barış ve dostluğu sağlayan, deli ırmakları tatlı sulara çeviren ve hatta ölü kayaları bile yerinden oynatan" güçleri olduğu zamanların hikâyesidir. Böyle de olsa çaresize denize atlayan şairin dramından bugün için çıkaracaklarımız vardır elbette. Bana kalırsa şairin hikâyesinde geçenlerin pek çoğunun yerlerini bugünkülerle değiştirebiliriz. Özellikle de şarkıyı zoraki dinlerken kulaklarını tıkayan korsanlar, çok da yabancımız değil. 

Modern zamanların "çıkar" odaklı dünyasında, ütopya masalı okuyunca sanata kulağını tıkayanlardan ilkinin, birlikte yaşadığımız 'dünya' olduğunu düşündüm. Dünya, kulaklarını tıkadı, "sanat günü" kutlandı ve hemen ardından dünya; silahları, bombaları, banka hesaplarını, yeni savaş stratejilerini konuşmaya başladı bile.

15 Nisan günündeki etkinliklere bakarken etkinliğin 2011yılında Meksika'daki gelişmelerin bilgileriyle karşılaştım. Sanırsınız ki Bedri Baykam diye birisi yok da büro malzemeleri Türkiye'den kalkıp Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin toplantısına Meksika'ya gitmiş, önerisini kabul ettirmiş ve dönüp gelmiş. İlgili kişinin adını, bilmeyerek ya da bilinçli olarak saklamış olanların da kulaklarını tıkamışlardan olduğunu düşünüyorum.

Siyasetçilerle onların emrindeki bürokratlar için sanat, dolayısıyla da sanatçı; kendi varlık nedeni olan özgürlüğünü koruduğu sürece potansiyel bir tehlikedir, buna karşılık ayak uydurup da ideolojik aygıt olunca makbul olabiliyor çünkü gereklidir. Kürsü konuşmalarını dinleyiniz politikacıların ya da kendi seçim bölgelerindeki çalışmalarına tanık olunuz. Onların sözlüklerinde "sanat" sözcüğü olmadığını siz de oracıkta anlarsınız. Tören gereği bir resim sergisini gezen bürokratların, tablonun karşısına geçip -hele de sanatçısı oradayken- şöyle bir derin bakışları var ya bayılıyorum doğrusu bu sofistike bakışlara. 

Medyanın, basılı yanına yani kültürel yaşamımızda çok ayrı bir yeri olan gazetelere şöyle bir bakınız. Her biri en az on iki sayfalık günlük gazetelerde, halkın söyleyişiyle "kuşun gözü" ölçüsünde kültür-sanat sayfası vardır, pek çoğunda o kadarı bile yoktur. Gazetelerin künyelerine bakınız, birkaçı hariç çoğunda kültür-sanat editörü bile yer almaz. Buna gerek yok diye düşünülür, çok zaman da adsız bir kahraman yapar gazetenin bu kayda değmez işlerini. Gazete patronu, "basit tahtadan sazı" kulaklarını kapatarak da olsa dinleyemez.

Televizyon kanallarının ana haber bültenleri kültür-sanat haberleri ile kapanıyorsa şarkıya tahammülü olmayan korsan bir yerlerden tanıdık gelebilir size. Bir televizyon kanalının yönetim binasını dolaşacak olsak program sorumluları ya da muhabirleriyle karşılaşabiliriz de sanat adına pek kimse bulunmaz oralarda. Televizyonların yemek, spor, magazin, dedikodu programlarıyla içeriği boşaltılmış dizilerini bir yana bırakıp da konuşma-tartışma programlarına bakınız, oralarda bile 'sanat' konuşulamaz çünkü bu zaman kaybıdır.

"Dünya Sanat Günü" kutlamaları, "sanat etkinlikleri düzenlenip cadde ve sokakların sanat eserleri ile süslenildiği bir gün" olarak bilindiğinde akla gelen yerel yönetimlerdir. Bizde yerel yönetimler zamanlarını "altyapı" ile tüketirler ve bu işler de para ile yürüyen işlerdir. Bu nedenle sanat etkinliklerinde popüler olanla yetinip kalıyorlar. Beş yıllığına seçilmiş yöneticiler, "üstyapı" işleriyle uğraşmaya sırayı getiremeden görev süreleri biter, yeni seçilen kişi de aynı altyapı işleriyle başlar yeniden. Çevresini sarmış "iş" sahiplerinin kuşattığı yerel yönetici, denize atlamaya razı gelmiş sanatçıyı, kulaklarını tıkayarak dinlemeyi bile zaman darlığından göze alamaz. Bunun böyle olduğuna tanık arayanlar yerel yönetimlerin iyi paralarla parlak kâğıtlara renkli fotoğraflarla bastırdıkları şantiyeli, kaldırım taşlı, istinat duvarlı, beton yollu tanıtım bültenlerine bakabilirler.

Sanata kulak tıkamanın asıl tehlikeli yanı, sanatçının sözünü başkalarına ulaştıracak yayıncının, giderek aceleci korsanların durumuna düşmesidir. Her gün yeni bir güçlükle karşılaşan yayıncı, şarkının ahengi ile piyasanın nabzı arasına sıkışıp kalıyor ne yazık ki.

Ekonomik koşullar yayıncıyı şarkı dinlemek yerine hasılatı çabuklaştırmaya yöneltiyor.

Sıraladığım çevrelerde "sanat" konusunda duyarlı kişiler vardır elbette ancak "istisnalar kaideyi bozmaz" kuralınca onlar da güzel düşünceleriyle kaybolup gidiyorlar arada bir yerde. Ayrıca, sanat konusundaki kulak tıkamışlığın faturasını yalnızca andıklarımın yetkililerine kesmenin de doğru olmadığını söylemeliyim. Karşılarındakilerin onlardan ne/ler beklediği de yabana atılmayacak sorundur. Schiller, "çıkar, zamanın büyük putudur" diyor ya onların da oy, tiraj, reyting, satış gibi çıkarlar için yola çıktıklarını göz ardı etmemek gerek.

"Dünya sanat Günü" dolayısıyla her birimizin, sanat konusundaki sorumluk payını gözden geçirmesi gerektiğini daha fazla ötelememesi gerekiyor. 15 Nisan 2022'de beş yüz yetmiş yaşını tamamlamış Leonardo da Vinci'nin doğum günü bahanesiyle dünya bir biçimde 'sanat' konuşabiliyor, bu kazanım azımsanmamalıdır. Büyük sanatçı olmak bu değil de nedir. Şöyle bir düşünürsek beş yüz yetmiş yıllık zamanda kendi dönemlerinin önemlisi ne çok kişi gelip geçmiş ancak adları yalnızca dünyanın nüfus müdürlüğü kayıtlarında saklı onların. İyi ki evlilik dışı çocuk olduğundan üniversiteye alınmadı da Rönesans döneminin ve dünyanın büyük sanatçısı oldu Leonardo.  

Yazarın Diğer Yazıları

Murat Akan, ‘Sansar, Baykuş ve Tomson’ romanını anlattı: Cinlerin, perilerin cirit attığı masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim

"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

Halit Ziya, roman, dizi, yeniden "Aşk-ı Memnu" ve "edebiyatta ahlak" meselesi

Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir

"
"