27 Temmuz 2021

Destan kahramanı Odysseus ve romancı Homeros

Yazımın başlığında ‘roman’ sözcüğünü kullanmamın nedeni, Homeros’un birinci bölümdeki destan kahramanının aksine ikinci bölümde karşımıza, aklını daha bir ince kullanan roman karakteri sayılabilecek bir Odysseus çıkarmış olmasıdır.

Edebiyatın Kısa Tarihi (John Sutherland, 2018) kitabının, “Destanlar birçok bakımdan edebiyatın dinozorlarıdır. Bir zamanlar büyüklükleri sayesinde dünyaya egemen olmuştur ama artık edebiyatın müzesindedir.” cümleleriyle yeniden bakıyorum yeni okuyup bitirdiğim Odyesseia kitabına. Şimdiki zamanımızdan, yaygın belirlemeyle üç bin yıl öncesinin anlatılarını onca zaman sonraki bu okuma arzusu, edebiyatın insanı bütün zamanlar için anlatan ‘büyülü dil’ vurgusunda aranmalı. Dış dünyanın nesnel gerçekliğine dair söylenenler, iç dünyanın derinliklerine dokunanlar ölçüsünde okunmayı arzulanmıyor iseler anlatımlarının imgelerle örülü ‘büyülü dil’ eksikliği nedeniyledir.

Edebiyatın öğretici nitelikli kaynak kitaplarından hangisine bakılsa ulusların edebiyatında şiirin de kaynağı sayılabilecek destanlar başat metinlerdir ve ‘Gılgamış Destanı’ bu anlatıların ilkidir. Sözlü dilde oluşma ve sonrasında yazıya aktarılma dönemlerinin kesin olarak belirlenemediği, çoklukla ‘manzum’ nitelikli bu metinlerde anlatılan olayların ve kişilerin “olağanüstü” özelliğine sıklıkla vurgu yapılır. Destanlar için ulusların çocukluk ürünleri olduğu söylenir ya bunu belki ulusların çocukluğu olarak da söylemek mümkündür.

Yunan ve Roma Mitolojisi (Colette Estin & Helene Laporte, TÜBİTAK 2003) kitabının, kendisine “Şairlerin Babası” unvanıyla sayfa açtığı Homeros’un Odyesseia (Çev. Azra Erhat & A. Kadir, Can 2011) kitabını, bilindik yargılardan uzak, bir tür ‘roman’ gibi okudum açıkçası. Bu yazıyı yazmamın nedeni, okuduğum metinde destan kahramanından çok bir roman karakteri Odysseus ile karşılaşmam ve bir de diğer yandan bugün yaşadıklarımızın, üç bin yıl öncekilerin yaşadıklarından büsbütün uzak olmadığıdır.

Homeros’un adıyla elimize ulaşan bir destan metnini okumak ile o metin ve yazarı hakkında okumak, karşılık bulmakta hayli güçlük çekeceği sorular için kadim zamanlara uzanan yolculuğa çıkarıyor okuru, tartışmasız benim için de bu böyledir. Karşımızda dağ gibi yığılmış soru(n)ların içinden çıkabilmek, bu yazının kapsamını çok aşar ve konu benim bilebileceğimin üstünde bir yerdedir. Walter Ong’un, Sözlü ve Yazılı Kültür (Metis, 2010) kitabı dururken yanı başımızda, konuya müdahil olmak benim neyime ki. Homeros denilen kişi hiç yaşamamıştır, Homeros kadın bir kişidir, Homeros kördür, elimize ulaşan metinler Homeros tarafından söylenenler değildir, iki ayrı destanı yazan iki ayrı Homeros vardır, Homeros’un iki destanında konu edindiği Troya Savaşı gerçekte hiç olmamıştır, vb. kuşku soruları listesi, uzadıkça uzar ve okurun başını döndürür.

Homeros’u “Şairlerin Babası” sayan kitabın şu kısacık bilgisi, sözünü ettiğim belirsizliği özetler: “MÖ 550’lere doğru Atina’da tiran Peisistratos, Homeros türü şiirlerin yazı ile tespit edilmesini emreder, böylece şiirler artık rapsodlar tarafından okunacak ve bütün genç Yunanlıların eğitimine bunlar temel oluşturacaktır. Gümümüzde tarihçiler, MÖ IX. yüzyıl ile VIII. yüzyıl sonları arasında, deha sahibi bir (ya da iki) ozanın Troya Savaşı’nın öykülerini bir eser halinde toplanmış olduğunu düşünmekten yanadırlar.” Konuyla ilgileneceklerin, Giambattista Vico’nun Yeni Bilim (Doğu Batı, 2007) kitabı ellerinde olmaksızın bu yola çıkabileceklerini sanmıyorum. Andığım kitabında Homeros’un “İyonya lehçesinde kör demek olan Homer ismini” aldığını söyleyen Vico, ayrıca, anayurdu ve çağı bilinmeyen yoksul Homer’in, “kendi şiirlerini söyleyerek Yunanistan pazarlarında” dolaştığını da ekliyor. Vico’nun kitap boyunca pek çok bilgiye eklediği çok önemli bir ayrıntı da Homeros’un bütün halindeki şiirlerinin iki gruba ayrılarak İlyada ve Odyesseia adıyla ‘iki kitap’ biçimde düzenlenmesi “Atina’nın tiranları olan Psistratidler” yönetiminde olmuştur.  Benim bu yazımda olduğu gibi yalnızca Odyesseia kitabını konu edinecekler, “Avrupa tarihinin Yunanlılarla birlikte başladığı doğruysa, Yunan tarihinin de Odysseus’un dünyasıyla başladığı, bir o kadar doğrudur.” cümlesini önemseyerek Moses Israel Finley’in Odysseus’un Dünyası (Ayraç, 2003) kitabına bakabilirler elbette. Kaldı ki okuduğum(uz) Odyesseia (Can 2011) kitabında metnin önüne ve sonuna eklenen açıklamalar da okuru bilgilendirecek türdedir. Her ne olursa olsun yaptığımız, üç bin yıl öncesine bir yolculuktur, bilelim.

Elimdeki, dört bölüme ayrılan “önsöz” yazısının sonunda Azra Erhat (Ocak 1970) adı olan ve Gök Gözlü Athene’nin sesiyle bedenini Mentor’a benzetmişken “karşılıklı antlar içirip sağladı ölümsüz barışı” dizesiyle tamamlanmış yirmi dört bölümlük Odyesseia kitabını, Halikarnas Balıkçısı’nın Merhaba Anadolu (Bilgi, 2018 ) kitabındaki iyimserlikle okudum desem yeridir. Sözünü ettiğim tarihsel çelişkilere vurgu yaparak ekliyor ya denizler tutkunu, “Homeros’u seviyorum, öyleyse vardır” diye, işte benimki de aynen öyle… Azra Erhat’ın deyişiyle “göze görüneniyle film, kafaya değineniyle roman” olan bu kitabı okurken Odysseus’un Dünyası kitabına ‘giriş’ yazan Mark Van Doren’in, “Finley’in bizden beklediği, Homeros’taki kahramanların davranış biçimlerini değerlendirirken kendi değer yargılarımızdan sıyrılmak ya da kendimizi onların yerine koymamak” uyarısını da göz ardı etmedim kitap boyunca.

Odyesseia’ya kurmaca metnin ‘yapı’ özellikleriyle bakıldığında iki bölümlük bir metinden söz edilebilir. Birinci bölüm, oldukça uzun bir zamanda birbirinden ayrı mekânlarda çok değişik kişilerin olaya eklenmesiyle geçen dönüş yolculuğudur. Karşılaştığı pek çok sorunun üstesinden aklını kullanarak Tanrıların da yardımıyla gelen Odysseus’un savaşçı ustalığını gösteren bu sılaya dönüş yolculuğu bölümü, ‘olağanüstü’ durumlar barındırmasıyla metnin ‘destansı’ yönünü asıl temsil edendir. Çok zaman ölümü göze alarak pek çok tehlikeyi savuşturan Odysseus’un, adamlarından birçoğunu kaybederek de olsa sonunda İthake’ye ulaşabildiği bu yolculuk, macera filmlerini andırır biçimde akıp geçer gözlerimizin önünden.

Destanın, İthake sınırları içinde geçen ikinci bölümünde mekân daralmış, kişi sayısı azalmış ancak ilk bölümdeki çizgisel olay akışının aksine birbiriyle iç içe giren olaylarla kişisel çatışmalar belirginleşmiştir. Yazımın başlığında ‘roman’ sözcüğünü kullanmamın nedeni, Homeros’un birinci bölümdeki destan kahramanının aksine ikinci bölümde karşımıza, aklını daha bir ince kullanan roman karakteri sayılabilecek bir Odysseus çıkarmış olmasıdır. Buna bir de dünyanın kültürüne armağan, akıllı ve sadık eş Penelopeia eklenmelidir elbette.

Savaş gerekçesiyle krallığını bırakıp giden Odysseus’un yokluğunda onun mülkiyetine yerleşerek mal varlığını talan eden açgözlüler (çağdaş doymak bilmez arsızların ecdadı), bununla da yetinmeyip kralın kadınına göz dikerler. Oğul Telemakhos’un yaşça küçüklüğün de yarattığı sahipsizlik ortamından yararlanan bu taliplilerin her biri, Penelopeia kendisinin olsun ister. Kralının döneceğine dair umudunu kaybetmeyen Penelopeia, kendi evinde kendisine kur yapanları oyalamak için Odysseus’un babası Leartes’e ördüğü kefeni tamamlaması gerektiğini beklemelerini söyler onlara, örgü bitmesin diye de gündüz ördüğünü gece söker gizlice. Bu kadınca kurnazlığı fark eden hizmetçi kadınlardan “saygısız bir köpek” olan biri, yapılabilecek en büyük kötülüğü hemcinsine yaparak örgünün tamamlanmasını bekleyen erkeklere bu durumu haber verir. Bir kadının bir kadına kötülüğü unutulup giderken bir başkasının erkeğine bağlılığı tarihe kaydedilir böylece. Margaret Atwood’un, Odyesseia’daki kadını hizmetçileriyle anlattığı Penelope (Alfa 2017) romanının bu bağlamda okunması gerektiğini düşünüyorum.

Uzun uğraşların ardından “yirminci yılda baba toprağına” sıradan bir kişi olarak dönen Odysseus’un, kendi krallığında kimliğini saklayarak “değneği elinde, tıpkı bir dilenci gibi” yaşamak zorunda kaldığı bu yabancılık, bir insanın dramıdır. Sürülerini emanet ettiği çobana, sütninesi Eurykleia’ya, oğlu Telemakhos’a, konağına yerleşip kadınına göz dikmiş arsızlara ve onca uzun zaman sonra dönüp yanına geldiği sabırlı eşine bile kendini tanıtamadan bir yabancı gibi yaşamak… Zamanın İthake kralının, kendi evinde dilenci kılığıyla karnını doyurması, onca hakarete katlanması, Penelopeia için sıraya girenlerle aynı yarışa katılması… Mutlu sona ulaşmada olayları sabırla ve planla yönetmek, söz yerindeyse iğneyle kuyu kazmaktan başka çıkar yol yoktur Odysseus için. Neticede zafer kralındır artık çünkü “İyilik çok daha üstündür kötülükten.”

Odyesseia kitabında her konuşmaya “kanatlı sözler” ile başlanıyor, şaşırtıcı bir güzellik bu bence. Homeros mu destan metnindeki kişilerin konuşmalarını “kanatlı sözler” ile başlatmıştı yoksa sonradan rapsodlar mı böyle yazıp okudular şiirleri acaba? Kim bilir, belki de Homerîlerin işidir bu ya da kitabı dilimize çevirenlerin Türkçe okuruna bir güzelliğidir; aradığımız, hasret kaldığımız bu konuşma… Dikkat ettim, “kanatlı sözler”  dil ve dudağın ustalığıyla söylenmiyor da “dişlerin arasından” çıkıyor her nasılsa. Odysseus ile kendisini sürekli koruyan gök gözlü Tanrıça Athena, ileriye dönük planlarını konuşmak için dibinde oturdukları “kutsal zeytin ağacı” anlatı boyunca karşımıza çıkar. Öyle ki zeytinyağı da yenilip içilmek için değil de özel/kutsal durumlarda yıkanıp temizlenmek için kullanılıyor çok zaman. Destan metninde zeytin dışında başka bir ağaçla İthake’ye dönen Odysseus’un yaşlı babasının bahçesinde karşılaşırız. Babasına, onun oğlu olduğunu kanıtlamaya çalışan Odysseus, ağaçları tanık göstererek “işte bana verdiğin on üç armut ve on elma ağacı işte bunlar da kırk incir ağacım benim” der. Troya Savaşı sonrası hayli uzun sürmüş İthake’ye dönüş yolculuğunun önemli bir kısmı denizlerde geçmesine karşın Odysseus ve adamları için balık, beslenme aracı olarak yok gibidir buna karşılık hemen her konaklama bölgesinden kalkılırken fıçılarla şarap saklanır yedekte.

Bugünün dünyasında, sıklıkla yakındığımız birbirimize karşı ‘güvensizlik’ duygusu, İsa’dan bin yıl öncesindekilerin de sorunu olduğu anlaşılıyor. İthake’ye dönüş yolculuğunda rüzgâr tanrısı Aiolos, deniz yolculukları güvenli geçsin diye dokuz yaşında bir sığırın derisinden yapılmış bir tuluma bütün yelleri kapatıp ağzını sıkıca bağlayarak Odysseus’a verir. Odysseus’un yorgunluktan uyuyakalmasını fırsat bilen gemideki kuşkucu adamları, “Biz de onunla aynı yolu aştık, elimize geçen ne?  İşte, ellerimiz boş dönüyoruz evimize şimdi.” kaygısıyla kendisine verilen değerli hediyeleri tulumun içinde sakladığını düşündüklerinden tulumun ağzını çözünce çıkan fırtınayla açık denizlere sürüklenip, yolculuk hedeflerinden uzaklaşırlar. İş işten geçtikten sonraki bağırıp çağrışmalarla kendine gelen Odysseus, olup biteni sorgular kendince: “Uyandım ve düşündüm ben yüreğimde en iyi yolu,  atayım mı kendimi gemiden, yok olayım mı denizde,  yoksa her şeyi sineye çekip kalayım mı yaşayanlarla?  Kal gemide, dedim kendi kendime, kal dayan.”

Hedeflerine birlikte yürüyenlerin arasından bazılarının türlü aymazlıklarla asıl amaçlarından uzaklaşmalarının, sorumluları yarı yolda bırakmalarının neden olduğu olumsuzluklardan biri yaşanır İthake’ye dönüşte. Dokuz günlük tehlikeli deniz yolculuğunun ardından adamlarıyla Lotosyiyenlerin ülkesine çıkan Odysseus, aklından geçmeyen bir sorunla karşılaşır burada. Karaya çıkınca bölgedeki Lotosyiyen adamlarla görüşen bazı gemi görevlileri, onlardan aldıkları lotosların “bal gibi yemişini” yedikten sonra kendilerinden geçip bir daha gemiye dönmek istemeyince Odysseus, adamlarını yaka paça gemiye bindirip tekrar kaçmasınlar diye de zincirle bağlar onları gemiye. Üç bin yıl öncesinin “bal gibi yemişi” bugün için de başka adlar altında (haz ve hız, ihale, imaj, koltuk, kredi, popülizm, uyuşturucu, yaprak test vb.)  sunulmaktadır bellekleri iğdiş etmek için.

Üç bin yıl öncesinde; “kötü şeydir arka olmak kötü kişiye”, “yetişir hızlı koşana ağır giden”, “biz yeryüzündeki insan soyları, kolay kaptırırız öfkeye kendimizi”, “kim olsa çarpılır, insan ölçüyü kaçırmayagörsün” türü sözleri dillendirmiş Odyesseia, yalnızca edebiyatçıların ilgileneceği ve özellikle de sınav adaylarının yazar-eser şablonuna hapsedeceği bir metin değildir. Oldukça zengin mitolojik ögeler barındıran bu destan; güzel sanat ilgililerine, sinemacılara, eğitimcilere, yöneticilere ve yönetim bilimcilere, kadın-erkek ilişkilerini ya da doğrudan kadın konusunu önemseyenlere, insan ilişkilerini sorgulayanlara, yaratıcı fikirleri önemseyen kişisel gelişim uzmanlarına vs. söyleyecek sözü olan bir destandır. Üç bin yıl sonra, bugünkü beklentimiz, “az şey mi barış içinde yaşaması halkın” değil de nedir…  

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"