Genç bir yazar.
Kitapları basılmıyor.
"Hiç kimse olmaktan yoruldum!"
Böyle yakınıyor şair arkadaşına.
"Yazarlar Birliği üyesi değilsen yoksun!"
Leningrad, 1971 yılı.
Sovyetler'de Brejnev dönemi.
Annesine, "Dün gece rüyamda Brejnev'i gördüm" diyor.
Annesi gülüyor:
"Deden de Stalin'i görmüş, tutuklanmıştı."
"Ne yazsam olmuyor, basmıyorlar" diye söyleniyor kendi kendine.
- Yasaklıyız!
Mırıldanıyor:
"Evet öyle yasaklıyız, Yazarlar Birliği üyesi değilsen bu memlekette yoksun, o kadar."
Bir fabrikanın muhabirliğini yapıyor, fabrikadan arada bir haberler, röportajlar yazıyor.
Geçinemiyor.
Ufak tefek kaçakçılık da yapıyor. Paltosunun altından bir şişe çıkarıyor:
"Fransız konyağı ister misiniz?"
Annesine sığınmış durumda.
Onun bu hallerine çok üzülen annesi soruyor:
"Yoksulluk içinde tek başına mı ölmek istiyorsun?"
Akşam vakti içindeki sıkıntı yumağı büyüyor, ruhunda açılmış yaralar derinleşiyor.
Ve hiç kimse olmaktan yorulmuş yazar, şair, ressam, sinemacı, sanatçı arkadaşlarıyla bir yerlerde buluşuyor.
Kesif cigara dumanı...
Su gibi akan alkol...
Caz...
İtiş kakış...
Bitmek tükenmek bilmeyen gürültülü tartışmalar...
Bir köşede Brodsky son şiirlerini okuyor.
Joseph Brodsky
Yevtuşenkoy'la bir şiir yüzünden kavga çıkıyor.
Duvarda Lenin resmi...
"İlham perisi gitti, artık şiir yazamıyorum!"
Biri akıl veriyor:
"Size sosyalist kahramanlar lazım, onları yazın."
Yüzü asılıyor:
"Sipariş üzerine yazmam!"
"Brodsky'nin şiirlerini de basmıyorlar."
Bir ara havada sürgün sözcüğü uçuşuyor.
Brodsky:
"Sürgüne gitmek istemiyorum."
Kar yağıyor, gri bir hava.
Islak bir avlunun orasına burasına atılmış paketler.
"Editörlerin basmadığı yazılar" diyor.
Bir ses içini acıtıyor:
"Editörlerin reddettiği yazılar, müsvette kağıtları olarak ilkokullara gönderiliyor."
Reddedilen yazılar müsvette kağıtları olarak okullara gönderilir.
Donmuş nehrin kıyısında toplanmışlar.
Cigara tüttürüp ucuz votka içiyorlar şişeden...
- Steinbeck var mı?
- Nabokov'un Lolita'sı var istersen...
Çuvalın içinden çıkardığı bir kitabı uzatıyor, "İstersen de Soljenitsin..."
Biri soruyor:
"Hemingway'i sever misiniz?
"Evet ama o beni sevmiyor, içti içti intihar etti."
"Yazdım da ne oldu? Basmadılar. Yüzden fazla ret aldım."
"Sen de hep acıları, kampları, barakaları yazmasaydın."
Özgürlüğe hasret insanlar...
Bir araya gelip kafaları çekmeye başladıkça, ruhlarındaki yaralar derinleşiyor.
- Şalom çok iyi ressamdır ama hiçbir
yerde sergi açamıyor.
Herkesten borç istiyor.
Bir ses kulağına çalınıyor:
-Senin şiirlerin basılacak, ben sergiler açacağım,
merak etme o günler de gelecek...
İki zavallı ihtiyar olacağız,
o günler geldiğinde..
Sonra da ekliyor:
- Olumlu edebiyat, olumsuz edebiyat...
Nasıl olurmuş ben bilmiyorum.
Müdürler herkesi eziyor. Çarlık
döneminde de öyleymiş.
Tüküreyim hepsine...
Bağırıyor avazı çıktı kadar:
-Ben alkol protestosuna gidiyorum!
Sergey Dovlatov
Sinema oyuncusu bir kadın yaklaşıyor Dovlatov'ın yanına:
- Sen iğrenç şiirlerini yaz,
git editöründen de özür dile,
böylesi daha iyi...
Polisler, ressamı suç şüphesi altındasın diyerek yaka paça götürürler,
ressam jipten atlar, kaçmaya çalışırken,
karşıdan gelen arabanın altında kalır, hayata veda eder.
Brodsky'nin kafasında yine sürgün vardır:
- Hapse atmakla korkutuyorlar beni,
bazen yok olmak istiyorum.
(Joseph Brodsky, bir Leningrad mahkemesinde "Vatan hainliği"nden sıyırır
ama "parazitlik"ten mahkûm olur, 1972'de Amerika'ya gider,
1987'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır,
1996'da 55 yaşındayken New York'ta
bir kalp krizinden hayata veda eder Brodsky...)
Dovlatov'a gelince...
Romanları, hikâyeleri basılmaz.
Ama o yine de sipariş yazıları yazmayı reddeder,
"Benim işim gördüğüm gerçekleri yazmaktır" demeyi sürdürür.
Bir ara inşaatlarda işçilik yapmaya karar verir.
"Büyük acılarla da olsa varız" der ve yola devam eder:
- Yegane doğru yolun hatalar, hayal
kırıklıkları ve umutların yolu olduğuna inandım.
Yarı Ermeni yarı Yahudi'dir Dovlatov.
1979'da Amerika'ya göç eder.
1990'da kalp krizinden ölür.
Gazetecilikten yola çıkarak yazdığı hikâyeler de basılmaz, KGB tarafından yok edilir.
* * *
Hitler Almanyasında kitaplar yakılırken
İnternette yakaladığım Dovlatov filmini hüzünle seyrederken
Stefan Zweig aklıma geliyor. Dovlatov'un yazdıkları
1970'lerin Sovyet Rusya'sında reddediliyor,
Zweig'ın yazdıkları ise 1930'lar Hitler Almanya'sında yakılıyor.
1933'de Reichstag yangınından hemen
sonra, editörüme Almanya'da
kitaplarımın sonunun geldiğini
söylemiştim. Şaşkınlığı hâlâ gözümün
önündedir.
O 1933 yılında adamcağız, "Sizin
kitaplarınızı kim yasaklayacak" diye
şaşırıp kalmıştı, "Bugüne değin
Almanya'ya karşı ne bir şey yazdınız, ne
de politikaya karıştınız."
Durum şuydu:
Kitapların yakılması ve ortaçağa özgü
teşhir kazıkları gibi canavarlıkların,
Hitler'in başa geçmesinden bir ay sonra
gerçekleşeceğini en ileriyi görenler bile
aklına getirmiyordu.
Çünkü Nasyonal Sosyalizm'in vicdansız
aldatma tekniği, amaç bildiği kökten
değiştirmeleri dünyayı
alıştırmadan tümüyle ortaya vurmaktan
kaçınırdı. Yöntem iyice kollanarak
uygulanırdı.
Belirli bir dozdan sonra küçük bir ara
verilirdi. Hep tek tek haplar yutturulur,
sonra acaba fazla mı geldi, dünya
vicdanı acaba bu kadarını kaldıracak
mı, diye bir an beklenirdi.
Almanya'da özgür düşüncenin ve
bağımsız kitabın yok edilmesi için
çoktan verilmiş olan karar da, yine sağı
solu yoklayarak iş görme yöntemine
göre uygulandı.
Kitaplarımıza ilk saldırı, resmi
sorumluluğu bulunmayan çevrelerden,
Nasyonal Sosyalist Partisi'nden ve
üniversiteli gençlerden geldi. O sıra
gericilikten yana her düşünceyi
tutmaktan hoşlanan Alman
üniversitelileri, bütün üniversitelerde
hemen bir araya geldiler, yapıtlarımızı
dükkanlardan topladılar; bir ellerinde
dalgalanan bayraklar, öteki ellerinde
yağmadıkları kitaplar, büyük alanlara
yürüdüler.
Alanlara taşınan kitaplar, ya eski bir
Alman geleneğine uyularak -Ortaçağ
birden geri gelmişti- teşhir tahtalarına
çivilendi -benimle arası iyi olan bir
üniversiteli sonradan bana bu
çivilenmiş kitaplarımdan bir tanesini
armağan ettiydi- ya da büyük odun
yığınları ve aşırı yurtsever özdeyişler
okunarak külleri havaya savruldu. (*)
Evet, "Koronavirüs'lü yazılar"dan biri daha noktalanıyor.
Neymiş efendim?..
Nazi Almanya'sında kitaplar yakılırmış...
Sovyet Rusya'da basılmazmış...
Türkiye'deyse...
Yazarlar, gazeteciler hapse tıkılırmış...
Hayat işte böyle geçip gidiyor.
Peki ya tarihten ders almak yok mu?
Yoksa Freud haklı mı?
İnsanoğlunun içinde derin bir kötülük mü var hiç yok edilemeyen?..
Stefan Zweig şöyle yazar:
O sıralarda Freud'la Hitlerciliği ve
savaşın korkunçlukları üzerine sık sık
konuşuyordum.
Freud, yüreği insan sevgisiyle dolu bir
kişi olarak derin bir üzüntü içindeydi;
ama düşünür olarak böylesine korkunç
canavarlıkların patlak vermesine hiç
şaşmıyordu.
Kültürün, içgüdüler üstündeki
üstünlüğünü yadsıdığım için
kötümserlikle suçlandım hep, diyordu.
İnsan ruhundaki ilkel yok etme
güdüsünün sökülüp atılamayacağı
görüşü, işte şu sıra bütün
korkunçluğuyla doğrulanmıştı.
Bundan elbette ki onurlanmazdı.
Belki gelecek yüzyıllarda bir formül
bulunur da, hiç değilse toplum olarak
yaşayan insanların içgüdüleri
dizginlenirdi. (**)
*Stefan Zweig, Dünün Dünyası, Can Yayınları, s. 283-284
**Aynı kitap, s. 328