Kaç gündür böyleyim. Kardan dolayı... Melankoli... Belki de... Issızlaşıyorum. Şu sıralar gazeteleri, köşeleri okumak içimden gelmiyor. Siyaset itici! Bu memlekette politikaya bazen damgasını vuran yüzeysellik bıktırıcı olabiliyor. Yoruyor, evet öyle. Üstüme yorgunluğun çöktüğü ender günler... Ne güzel yağıyor kar...
Özgürlük duygusu... Tabuları kırabilmek duygusu... Kırabildim mi? Ne kadar kırdım bugüne kadar? Dokunduğum ve dokunamadığım tabular... Tabular kırılmadan özgür olmak imkânsız. Ne kadar az tabu, o kadar çok özgürlük! Bir soru aklıma takılıyor. Şu romancı dostlarıma sorsam, bana tuhaf tuhaf bakmak yerine cevap verirler mi acaba?
Karla birlikte hüzün de iniyor.
Kaç gündür böyleyim.
Kardan dolayı...
Melankoli...
Belki de...
Issızlaşıyorum.
Şu sıralar gazeteleri, köşeleri okumak içimden gelmiyor.
Siyaset itici!
Şu birkaç gündür yazmak istemiyorum.
Elbette küçümsemiyorum ama bu memlekette politikaya bazen damgasını vuran yüzeysellik bıktırıcı olabiliyor.
Yoruyor, evet öyle.
Üstüme yorgunluğun çöktüğü ender günler...
Ne güzel yağıyor kar.
Ortalık bembeyaz.
Tepeden, ağaçların arasından seyrediyorum Boğaz’ı.
Ne kadar değişkendir rengi.
Şimdi süt mavisi, kurşuni, buz gibi donuk bir renk...
'Kendi içimizde seyahat'
Lizbon’a Gece Treni filmin adı.
Not alıyorum seyrederken.
“Bir yere gittiğimizde,
kendi içimizde seyahat ederiz,
hayatımızın anlamını
bulmaya çalışırız.
Ne kadar kısa sürdüğü
önemli değil.
Kendi içimizde kalarak
hayatımızın anlamını
bulmaya çalışırız.”
Neden yine not alıyorsun?
Malum yanıt:
Belki bir yazı çıkar diye...
“Kendimizden bir şeyleri
arkamızda bırakırız
bir yerden
ayrıldığımızda,
uzaklaşsak bile biz
orada kalırız
Ve oraya dönmediğimiz
sürece içimizde
bulamayacağımız şeyler vardır.”
Ne kadar az tabu, o kadar çok özgürlük!
N’apalım, kafamızı bırakıp çıkamıyoruz ki seyahatlere?..
Birlikte gidiyoruz her şeyle...
Seyahatler deyince, bir zamanlar kafayı taktığım Fernando Pessoa aklıma geliyor.
Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle der:
“Yolculuk dedikleri neye
yarar?
Günbatımı günbatımıdır;
günbatımını görmek için
illa ki İstanbul’a gitmeye
gerek yok.
Yolculuk yaparken
insan kendini özgür mü
hissediyormuş?
Özgürlük içimde yoksa,
hiçbir yerde yok demektir.”
Özgürlük duygusu...
Tabuları kırabilmek duygusu...
Kırabildim mi?
Ne kadar kırdım bugüne kadar?
Düşünüyorum.
Dokunduğum ve dokunamadığım tabular...
Tabular kırılmadan özgür olmak imkânsız.
Ne sen, ne toplum özgür olabilir.
Özgürlük alanlarımızı genişletmek ancak bağımsız ve eleştirel düşüncenin siyasal, dinsel, toplumsal ‘tabu’lara karşı mücadelesiyle mümkündür.
Ne kadar az tabu, o kadar çok özgürlük!
Bir soru aklıma takılıyor...
Filmi severek izliyorum.
Portekiz’te Salazar diktatörlüğüne karşı yeraltında derin acılarla verilen mücadeleyi, insanları, zaman içinde gelgitlerle hayatın o hiç bitmeyen şaşırtıcı, hazin çelişkilerini ne güzel anlatıyor.
Yaşı kemale ermiş bir adamın bir gün yağmurlu, ıslak bir Bern gecesi Lizbon trenine atlayıp ve o yaşta her şeyi arkasında bırakıp bir hayalin peşinden gitmesi...
Romanı da elimin altında.
Pascal Mercier’den Lizbon’da Gece Treni. Çeviri de güzel, İlknur Özdemir’in.
“Kirchenfeld Köprüsü’ne doğru
ağır ağır yürüdü.
köprü göründüğünde
içinde tuhaf,
ama bir o kadar da
hem huzursuz edici
hem ferahlatıcı
bir duygu doğdu.
Elli yedi yaşındayken
hayatını ilk kez kendi ellerine
almak üzere
olduğunu hissediyordu.
O güne kadarki
yaşamından kaçmak üzereydi.”
Heyecan verici...
Ama hiç de kolay değil.
Bir soru aklıma takılıyor.
İlk defa değil aslında.
Buna benzer edebiyat parçalayan, biraz da özenti yazılarımı bir araya toplasam.
Hepsini harmanlayıp yeniden yazsam.
Bir roman çıkar mı?
Bilemiyorum.
Şu romancı dostlarıma sorsam.
Bana tuhaf tuhaf bakmak yerine cevap verirler mi acaba?..
Bilemem.
Kar yağışı...
İnsan zamanla yalnızlaşıyor.
Issız adam!
Fernando Pessoa’dan bir cümleyle yazımı noktalayıp romanıma döneyim:
Karamsar değilim,
hüzünlüyüm!
Twitter: @HSNCML