Uzunca bir aradan sonra başlarken...
"Uyan evlat!
Yolculuk bitince
uyumak için
fazlasıyla
vaktin olacak."
Perulu romancı Vargas Llosa’nın sözü aklımda: “Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür.” Ben de yazıyorum, gazeteciyim, çok uzun yıllardır yaptığım bu işi seviyorum. Ve ‘gazeteci milleti’ var oldukça, gazeteciliğin batmayacağını da adım gibi biliyorum.
Madrid’de Plaza de Mayo.
Meydana bakan küçük bir kahvede Cimbom’un Real Madrid’le maçını bekliyorum.
Sabahtan beri içimde kıpırdanan bir burukluk var. Galiba akşamki maçı yazamayacağım için kıpırdanıyor bu burukluk...
Köşem yok!
Bir şeyi yazmak isteyip de yazamamak çok uzun yıllardır ilk defa başıma geliyor.
Tuhaf bir his.
Bir süredir gitgide büyüyen bir boşluk içine çekiyor beni, hüzünlü bir yalnızlık duygusuyla birlikte... Ama bu arada insanın ruhunu acıtan böyle bir duyguyla baş başa kalmasının öğretici, olgunlaştırıcı bir yanı da yok değil.
Her gün kalkınca yazı düşünen, neredeyse her Allah’ın gününü kafasının arkasında durmadan dönen bir teyple geçirmeye alışmış bir gazetecinin içine düştüğü boşluğun derinliğini uzun yıllardır ilk kez hissediyorum.
Yazısız geçen her gün biraz daha şiddetlendi bu duygu. Sanki yazımı yazmayınca görünmez adam olacaktım, kaybolacaktım. Belki de dışlanmışlık duygusuydu uç veren.
Olabilir.
Her gün iyi kötü bir yazı yazmaya ne kadar alışmış olduğumu ilk kez fark ediyorum. Ahmet Altan’ın yeni çıkan Son Oyun isimli romanından bir cümle:
“Yazı yazamayan her yazar ölüdür zaten...”
Hayal kırıklıkları hayat boyu devam mı edecek?
Belki de...
Bu yakın dönemde yaşadığım hayal kırıklıkları ve karşılaştığım bazı insan halleri içimi acıtmıyor değil.
Ama aynı zamanda bir gazeteci ve bir insan olarak son haftalarda şahit olduğum destek, dayanışma ve ilgi halesi gerçekten içimi ısıttı, geleceğe daha bir umutla bakmamı sağladı.
Başkaldırı ve şeytanın avukatlığı
En sevdiğim romancılardan birinin, Peru’lu Mario Vargas Llosa’nın şu sözü aklımda:
“Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür.”
Devam ediyor:
“ ... toplumda, dün ve bugün olduğu gibi hayır diyerek, başkaldırarak, farklı düşünme hakkımızın tanınmasını talep ederek...
... dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun ölümcül düşmanları olduklarını göstererek...
... hayatın ne basit bir şey olduğunu, ne de şemalara oturtulabileceğini, gerçeğe giden yolun her zaman dümdüz ve doğru olmadığını, sıklıkla dolambaçlı ve engebeli olduğunu söyleyerek...
... dünyanın temel karmaşıklığını ve çeşitliliğini ve insani olguların çelişkin biçimde her yöne çekilebilirliğini kitaplarımızla bıkıp usanmadan ortaya koyarak yürümeye devam etmek zorundayız.
Dün ve bugün olduğu gibi, eğer yaptığımız işi seversek, Albay Aureliano Buendia’nın otuz iki savaşını vermeyi sürdürmemiz gerekecek, bunların hepsinde, tıpkı onun gibi bozguna uğrasak da...” (Gabo ve Mario, Doğan Kitap, sayfa 66)
Gazeteci milleti var oldukça gazetecilik batmaz!
Ben de yaptığım işi seviyorum.
Gazeteciyim ben...
Ve gazeteci milleti var oldukça, gazeteciliğin hiç batmayacağını da adım gibi biliyorum.
Bunun için de, T24’e teşekkür ederken yine yollara düşüyorum, Türkiye’nin barışını aradığı şu kritik dönemde. Diyarbakır’dan ilk yazım aşağıda yer alıyor.
Gazeteci böyledir,
bir koşturmaca halinde geçer hayat onun için. Güncel gerçeğin peşinde koştururken de, hep bir yerlerden bir şeyler toplayıp derli toplu aktarmayı sever.
Almanya'daki 2006 Dünya Kupası’nda bir ay meşin top peşinde dolaşmıştım. O günü hatırlıyorum. Trenle Köln'den Berlin'e gidiyordum bir maç için. İngiliz Daily Telegraph gazetesini karıştırırken, mesleğinde 75. yılını doldurmuş bir gazeteciyle yapılmış bir röportaj okumuştum.
Yazının içine siyah beyaz fotoğrafı da oturtulmuştu, trende pencere kenarına oturmuş yazısını yazarken. Kutlama yemeğinde sormuşlar:
“93 yaşına geldin, hâlâ ne diye her gün bilgisayarının karşısına oturuyorsun?”
O da bu soruyu, çok sevdiği bir şiirle yanıtlamış:
“Uyan evlat!
Yolculuk bitince
uyumak için
fazlasıyla
vaktin olacak.”(*)
(*) The Daily Telegraph, 19 Haziran 2006, sayfa 12. 93 yaşındaki gazetecinin, W.F. Deeds’in şiirinden aktardığı dizelerin İngilizcesi şöyle: “Up, lad: when journey’s over, there’ll be time enough to sleep.”
Diyarbakır’da genel hava:
Çözüm sürecinden geri dönüş uzak ihtimal!
Biri kulağıma eğildi Diyarbakır’da:
“Apo ne dedi 21 Mart’taki Newroz çağrısında? 'Silahları bırakın, demokratik siyasete geçin' dedi. İki gün sonra 23 Mart’ta, Kandil’de Murat Karayılan size ne dedi? 'Türk ordusu bizi bitireceğini sandı; biz de Türk ordusunu Kürdistan’dan çıkaracağımızı sandık; ikisi de olmadı' dedi. İşte bu, sizin de deyişinizle barışın olgunlaşması demektir. Bu saatten sonra bu süreçten geri dönmek olmaz, oyun bozanlık olmaz. Yoksa alnına barış karşıtı, barış düşmanı damgasını yersin.”
Dedi ki: "Bu süreçte daha çok silahlar konuşuluyor. Silahlar nasıl gömülecek, sürekli olarak bu boyut ön planda. Tamam silahları gömelim de... Demokratikleşme ne olacak?.. Hükümet, nasıl bir demokratikleşme konusunu, özgürlükleri fazla konuşmuyor. Gerçek barış ancak demokrasi ve özgürlüklerle mümkün."
DİYARBAKIR
Kandil’de geçen ay tanıdım onu, Murat Karayılan’la görüşmeye gittiğim zaman. Sakalı daha bitmemiş çok genç bir gerillaydı, omzunda kocaman Kalaşnikof’uyla.
“Adın ne?” diye sordum.
“Mahir Çayan.”
Şaşırdım:
“Annenle babanın nerden aklına gelmiş sana bu ismi koymak?”
Yanıt daha şaşırtıcıydı:
“Bu ismi onlar değil ben koydum.”
Jeton ancak düştü:
“Yani bu senin kod adın. Peki, neden Mahir Çayan?”
“Evde annemle babam Mahir Çayan’ı aralarında konuşurlardı, onlardan duymuştum.”
Kandil’deki Mahir Çayan’ı geçen gün Fırat Anlı’yla kahvaltı ettiğimiz Hasanpaşa Hanı’nda hatırladım. Bu ülkede devlete isyan edenlerin, başkaldıranların, bu yüzden idam sehpasında, çatışmada, sürgünde hayatını kaybedenlerin resimlerini kare şeklinde küçük halılara işlemişler, hanın bir duvarına boydan boya asmışlar.
Aralarında Mahir Çayan da var. Ama en üstte Şeyh Sait. Sonra Seyid Rıza. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya. Che Guavera... Bu tablo bana Diyarbakır gibi barışını arayan bir şehirde, barış için ödenen bedelleri, yaşanan kopuş ve acıları düşündürüyor.
Barış olacak, inadına barış
Yanıma oturuyor:
“Lice'liyim ben. Biz tam 12 yıl köyümüze gidemedik, sokmadılar.”
“Umudun var mı süreçten?”
“Barış olacak, inadına barış...”
“Yoksa bu resmi görüş mü?”
“Hayır, söylüyorum inadına barış... Elbette Türkler de yardımcı olacak. Batı’dakiler de biraz anlayış gösterecek. Her dil var, bizim de Kürtçemiz var. Ana dilde eğitim bizim de hakkımız...”
“Kafalar biraz karışık mı?”
“İnsanların kafası karışık da olsa, bu barış işi olacak. Başka çaresi yok.”
Hemen ekliyor:
“Sabır lazım, kolay değil tabii.”
Sohbetler, 2009’un Habur öncesinden, yani demokratik açılım döneminden farklı. Barış süreci konusunda kafa karışıklığı, eleştirel yaklaşımlar yok değil. Ama dil negatif değil, pozitif.
Daha uçaktan iner inmez şöyle dedi:
“Bu sefer beklenti çıtası çok yüksek. Habur zamanı, yani demokratik açılım dönemindeki gibi değil. Barış umudu çok daha güçlü. Hemen herkes bu defa iyi bir şeyler olacağını düşünüyor.”
Demir Otel'den Liluz Hotel'e...
Diyarbakır’ın faili meçhul cinayetlerle cehennemi yaşadığı 1990’ların olağanüstü hal dönemlerinde gazeteci milletinin kahrını çekmiş olan Demir Otel artık Liluz Hotel olmuş. Barış zamanına hazırlanan tertemiz gıcır otelin restoranında, çok uzun yıllardır bölgenin nabzını çok iyi tutan, değişik meslek gruplarından Kürt dostlara şu soruyu sordum:
“Bu süreç bu saatten sonra tersine döner mi?”
Yanıtlar kısaydı:
“Çok düşük ihtimal.”
“Uzun zamana yayılırsa dönebilir.”
“Zaman iyi değerlendirilirse dönmez.”
“Az da olsa sürecin geri dönme ihtimali var. Fakat Apo’nun çözümü Kandil’e kabul ettirecek gücü var.”
“Hani kızla oğlan işi pişirmiştir. Aileler de bilir artık evliliğin yakın olduğunu. Ama yine de kız istemeye gidilir, âdet yerini bulsun diye... İşte bizim çözüm sürecinde de durum böyle diye düşünüyorum. Bu sürecin geri dönüşü çok uzak ihtimal...”
Ankara – İmralı - Kandil üçgeninin nabzını şöyle ya da böyle tutabilenlere kulak verildiğinde genellikle şöyle bir değerlendirme şekilleniyor:
“Ankara’yla, bir başka deyişle MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la Öcalan arasında ayrıntılı bir yol haritası çizilmiş durumda. Bu harita sıkı bir mühendislik çalışmasına dayanıyor. Öcalan’la Kandil’deki lider kadrosunun geleceklerini de güvence altına alan bir yol haritasının uygulamasına geçilmiş durumda...”
Nasıl bir yol haritası?
Nasıl bir yol haritası sorusunu biri şöyle özetledi:
“Şu aşamalar akla geliyor:
(1) Ateşkes...
İlan edildi.
(2) KCK tutuklularının salınması...
Bu süreç de başlamış durumda. Ankara, Adana, İzmir, Van, hatta Erzurum’da yoğun KCK tahliyeleri oldu. Ankara’da KESK’çilerin 22’si birden tahliye oldu. Buna karşılık Diyarbakır ve İstanbul’da tahliyeler henüz çok sınırlı... Bu konuda şu söylenebilir:
Cemaat, sürece mesafeli duruyor ama suyu da bulandırmıyor.
(3) Yeni yargı paketleri ile ‘yol temizliği’ne devam etmek, yani Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nda demokratik düzenlemeler yapmak...
(4) PYD’nin Suriye’de Esat karşıtı muhalefetle çatışmaması, Şam rejimine karşı tavır geliştirmesi... (Bunun da Öcalan’ın talimatıyla gerçekleşme yoluna girdiği söyleniyor.)
(5) Sınır dışına çekilme süreci...
Çekilme süreci, öyle anlaşılıyor ki, çok yakında Öcalan’ın yapacağı bir çağrıyla, Kandil’de mevcut endişe ve tereddütlere rağmen başlayacak. Ama Ankara’da bazı adımlar atılmazsa, çekilme sürecinin aksayabileceğini söyleyenlere de rastlanıyor.
(6) Anayasa meselesi.
Yeni vatandaşlık tarifi... Ana dilde eğitimin önünü açmak... Yerinden yönetimi güçlendirici formüller...
(7) Adını koymadan af konusu.
Bir başka deyişle, Öcalan’la Kandil’deki lider kadrosunun geleceğini güvence altına alabilecek düzenlemeler... Öcalan’a gelecekte ev gibi bir hapishane... Kandil kadrolarına bilmem kaç yıl sonra siyaset yapma hakkının tanınması... Öcalan’ın “Hep birlikte özgürleşeceğiz” sözünü unutmayın.
(8) Silahların gömülmesi...
Bir başka deyişle, PKK’nın dağdan inmesi... Sekiz maddelik yol haritası için bu noktalar söylenebilir.”
Süreci baştan beri yakın markajda tutanlar, bu sekiz maddede özetlenen ‘yol haritası’nın uygulanmaya başladığını belirtiyorlar. Ama aynı zamanda sürece eleştirel yaklaşmayı da elden bırakmıyorlar.
'Barış sürecine elbette taraftarız, ama' diyenler...
“Elbette barış sürecine taraftarız ama...” demenin, ama sözcüğünü eklemenin barışa karşı olmak diye algılanmasını yanlış bulanlar var. Sürecin sağlıklı işlemesi için bazı eleştirel soruların sorulması gerektiğini belirten BDP’li bir üst düzey yetkili bana şöyle dedi:
“Bu süreçte daha çok silahlar konuşuluyor. Silahlar nasıl gömülecek, sürekli olarak bu boyut ön planda. Tamam silahları gömelim de... Demokratikleşme ne olacak?.. Hükümet, nasıl bir demokratikleşme konusunu, özgürlükleri fazla konuşmuyor. Gerçek barış ancak demokrasi ve özgürlüklerle mümkün. Hükümet de, hükümete yakın medya da bu noktayı çok konuşmuyor. Ayrıca AKP her şeyi kendi kontrolünde tutmak istiyor. Ve son on, on iki yılın güvensizliği var tabii... İşte bu iki nokta ister istemez Kürtlerde soru işaretlerine yol açıyor.”
Biri kulağıma eğildi:
“Apo ne dedi 21 Mart’taki Newroz çağrısında? 'Silahları bırakın, demokratik siyasete geçin' dedi. 23 Mart’ta Kandil’de Murat Karayılan size ne dedi? 'Türk ordusu bizi bitireceğini sandı; biz de Türk ordusunu Kürdistan’dan çıkaracağımızı sandık; ikisi de olmadı' dedi. İşte bu, sizin de deyişinizle barışın olgunlaşması demektir. Bu saatten sonra bu süreçten geri dönmek olmaz, oyunbozanlık olmaz. Yoksa alnına barış karşıtı, barış düşmanı damgasını yersin.”
Barış süreci konusunda yarın Diyarbakır’dan ikinci yazı...
Twitter: @HSNCML