Tomris Giritlioğlu'nun Güz Sancısı filmini izlerken
hem içim acıdı, hem de bir iyimserlik dalgası kabardı içimde.
İçim acıdı.
Çünkü, tarihimizin kepaze sayfalarından biri olan 6-7 Eylül'de
gayrimüslim vatandaşlarımıza, Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik
saldırganlığı gördüm, onların yaşadıklarını hissetmeye çalıştım.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, böyle bir film artık bu ülkede çekilebiliyor,
geniş kitlelere ulaşabiliyor ve onları geçmişin acılarıyla
başbaşa bırakıp düşündürebiliyordu.
İçim acıdı.
Çünkü, “Milli menfaatler söz konusu olunca, gerisi teferruattır”
diyen devletin, nasıl ‘derin devlet’ eliyle
faili meçhul siyasi cinayetler işletebildiğini gördüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, aradan yarım yüzyıl geçse bile
insanlığı hiçe sayan barbarlıkların
artık resmi tarihin derinliklerinde gizlenemeyeceğini,
er geç sergilenip sorgulanacağını bir kez daha anladım.
İçim acıdı.
Çünkü, 1980’lerin sonunda Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan
emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun 6-7 Eylül’le ilgili,
“Bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi,
amacına da ulaştı” sözlerini anımsadım.
(Tempo dergisinin 9-15 Haziran 1991 tarihli 24. sayısında Fatih Güllapoğlu’nun röportajı).
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, ‘derin devlet’ eliyle düzenlenen kırımların,
işlenen cinayetlerin yarım yüzyıl sonra olsa bile, bugün bir filmde ele alınabilmesi,
Türkiye’de demokrasi ve hukukun yarınları açısından umut vericiydi.
İçim acıdı.
Çünkü yarım yüzyıl önce, “Milli menfaatler söz konusu olunca,
gerisi teferruattır” diyerek katliam ve faili meçhul cinayetlere
kapıyı açan derin devlet zihniyetinin, “Devlet için kurşun atan da,
kurşun yiyen de vatanseverdir” sözüyle Susurluk’tan Ergenekon'a kadar
varlığını devam ettirdiğini bir kez daha gördüm ve yarım yüzyıl önce
6-7 Eylül’de olduğu gibi, yarım yüzyıl sonra da basının,
gazetecilerin bazen derin devlet tarafından nasıl kullanıldığını bir kez daha düşündüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü 6-7 Eylül’den günümüze, Susurluk ve Ergenekon’a doğru
bir çizgi çektiğim zaman, artık bu ülkenin de ufak ufak değiştiği,
demokrasi adına, hukuk adına faili meçhul cinayetlerden,
derin devlet düzenlemelerinden hesap sorulmaya başladığı aklıma geldi.
İçim acıdı.
Çünkü, İstanbul’da gayrimüslim vatandaşlarımıza,
Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yarım yüzyıl önce
milliyetçilik adına yaşatılan, 400 kadına tecavüz edilen,
o tüyler ürpertici, o korkunç iki günün (Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dilek Güven’le röportaj, Ecevit Yıldız, Sabah, 2 Şubat 2009)
tarihimizde nasıl bir kapkara leke olduğunu bir kez düşündüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, 6-7 Eylül dahil tarihimizdeki kepaze sayfaların
artık karıştırıldığını, sorgulandığını, yeniden yazıldığını,
böylece geçmişle yüzleşilerek kendi kendisiyle daha barışık,
daha olgun bir Türkiye’ye kapı aralandığını düşündüm,
Güz Sancısı filmini seyrederken...
* * *
Yukarıdaki yazım yeni değil.
11 yıl öncesinin bir köşe yazısı.
8 Şubat 2009'da Milliyet'te çıktı.
İyimser çizgileri biraz daha ağır basan bir yazı.
6-7 Eylül'ü 65 yıl sonra bugün yazsam bu iyimser çizgiler de silinip gidebilirdi.
11 yıl öncesine göre bugün daha karanlık bir dönemden geçiyoruz çünkü...
Dün 11 yıl öncesine ait satırları okurken bu memleketin tarih kitapları aklıma takıldı,
bir takım gerçekleri atlayan o resmi tarih kitapları...
Türkiye'nin kapanmayan yarasıdır resmi tarih,
kapanmayan bir yaradır, çünkü bazı gerçeklerin üstünü örten bir tarihtir.
İcat edilmiş bir tarihtir.
Tahrif edilmiş bir tarihtir.
Kürtler’e Kürtlüğünüzü unutun diyen…
Aleviler’e Aleviliğinizi unutun diyen…
Ermeniler’e acılarınızı unutun diyen…
Müslümanlar’a da dininizi, inancınızı kendi vicdanınızda yaşayın, kamuya taşımayın diyen...
Bir "milliyetçiliği"nin ürünüdür bu tarih kitapları...
Türkiye insanını yalanda yaşatmayı bir devlet görevi olarak bellemiş bu devlet anlayışı,
bu topraklarda toplumsal ve siyasal barışı, demokrasi ve hukuku
dün olduğu gibi bugün de zehirlemeye devam ediyor.
Ne yazık ki öyle.