06 Haziran 2020

Piyanist, besteci, ses tasarımcısı Çiğdem Borucu: Her ses bir fikir doğuruyor

Solo piyano ve elektro-akustik kompozisyonlar dışında tiyatro, yerleştirme, film ve video yapımlarına müzik ve ses tasarımı uygulamaları yapan Çiğdem Borucu ile son albümünü konuştuk

Piyanist, besteci, ses tasarımcısı ve eğitmen Çiğdem Borucu'nun Many Things adlı ikinci albümü yayımlandı.

Albüm bana huzur verdi. Ara sıra da oyunlu, sürprizli anlar yaşattı.

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda piyano, Avusturya Hochschule für Musik und Darstellende Kunst in Graz'da oda müziği eğitimi gören Borucu, Conservatory of Music at Brooklyn College'dan (CUNY) piyano ve kompozisyon alanlarında lisans ve master derecelerini aldı.

Miriam Gideon ve John Cage ödüllerini kazandı.

Michael Rogers ile piyano, Noah Creshevsky ile kompozisyon, George Skip Brunner ile electro-acoustic müzik çalıştı.

Solo piyano ve elektro-akustik kompozisyonlar dışında tiyatro, yerleştirme, film ve video yapımlarına müzik ve ses tasarımı uygulamaları yapan Çiğdem Borucu ile Elazığ depreminden sonra yazdığı eseri Elazığ 6.8'i, Ono no Komachi ve Izumi Shikibu'nun ay üzerine yazdığı şiirlerden etkilenerek oluşturduğu kompozisyonları, Çin gonglarını, İrlanda davulunu, Tibet kaselerini ve içinden gelerek müzik yapmanın ne anlama geldiğini konuştuk.

New York'ta geçirdiği zamanları ve müzisyen arkadaşlarını anımsayarak "Birbirimizin yaptıklarını dinliyor, birbirimiz için çalıyorduk. Yaptığımız işe inanıyorduk ve yaptıklarımızı kimseye inandırmamız gerekmiyordu," diyen Borucu'nun bir hazine olduğunu düşünüyorum. Takip ettiği kaynakları ve tecrübelerini bizlerle cömertçe paylaştığı için teşekkürlerimi sunuyorum. Öğrencileri çok şanslı.

Fotoğraf: Hakan Kurşun

- Many Things albümünüzdeki eserler için gece hikâyeleri gibi diyorsunuz. Anlatır mısınız?

Gecenin duygusu ve seyri çok farklı. Yavaşlığı, sessizliği, durgunluğu, dinginliği. Moonrise ve Light Drops dolunay için yazılmış şiirlerden ilham alınarak yazıldı. Daha sonra albüm için yazılan parçalarda bir iç huzuru arayışı oluştu. Sakin buna örnek. Sonra daha hızlı tempolu elektronik sesler üzerinde çalışmaya başladım ama tüm bunlarda 'gece' hissiyatı hep devam etti. Gece karanlığında kimsenin olmadığı bir yolda dinlenecek parçalar. David Lynch'in, Lost Highway filminin başlangıcı gibi.  

- Elazığ depreminden sonra yazdığınız bir eseriniz var albümde. Adı Elazığ 6.8. Yapım süreci üzüntünüzü hafifletti mi? Duyguların içine girdikçe tam tersi de olabiliyor bazen, acılar katmerleniyor… 

O günü çok iyi hatırlıyorum. Bu albümdeki parçaları bitirmek üzereydim ve kayıt için stüdyoya girmeme birkaç hafta vardı. Bir anlamda kampa girmiştim. Bu kamp durumunda en önemli şey hazırlamakta olduğun müzik oluyor. Derken Elazığ depremi oldu. Çok üzüldüm. Uğraştığım parçalar, yaptığım işler bir anda anlamını yitirdi. Hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya geri dönmektense, bana bunun için piyano parçası yazmak iyi geldi.

1999 depreminde de benzer bir durum yaşamıştım. Depremden on gün sonra New York'a gitmiştim, o dönem orada okuyordum. Gittiğimde çok şaşırmıştım, orada bu felaket yaşanmadığı için her şey çok normaldi; ama ben normal hissedemiyordum ve bununla nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum. Depremde duyduğum sesler hep aklıma geliyordu. Bir de hissettiğim her titreşim korku veriyordu. Okulda dönem başlamıştı ve kompozisyon dersim için bir parçaya başlamam gerekiyordu. Deprem ile ilgili bir şey yapmak, duyduğum seslerin üzerine gitmek fikri aklıma geldi.  

Piyanonun içi ve bir sürü perküsyon enstrümanı ile kayıtlar yapmaya başladım. İlk zamanlar, evet, acılar katmerlendi ama sonrasında yaptığım işe inanmaya başlayınca hafifledi. Oradaki insanların duyduğum sesleri işitmelerini istedim. Elektro-akustik bir parça yaptım. Adı Epicenter. Konser sırasında sahnede sadece speaker'lar vardı. Çok düşük frekanslı sesler de kaydetmiştim, onlar da yoğun hissediliyordu. İlk bölüm deprem sırasında duyulan sesler ve sonrasında gelen sessizlik. Bu sessizliğin içinden melodik bir bölüm çıkıyor, yaraları sarmak için.

Elazığ depremi sonrasında yazdığım parça da benzer özellikler taşıyor. Sonrasına umut var. Tekrardan başlayabilmek için.

Fotoğraf: Nezih Erdoğan


- "İki yıl ö
nce Ono no Komachi (834?-?) ve Izumi Shikibu'nun (974?-1034?) ay üzerine yazdığı şiirlerden etkilenerek yazılan kompozisyonlarla başlayan süreç iç huzuru arayışına dönüştü," diyorsunuz. Bu şairleri nasıl keşfettiniz?

Kompozisyon hocalarımdan George Skip Brunner, bu şairlerin Ink Dark Moon* adlı kitabını okuyordu. Şiirlerdeki formları, kendi kompozisyonlarında kullandığını söylemişti. Ben de hemen kitabı almıştım hocamın ne yaptığını anlamak için ve çok etkilenmiştim bu iki kadının yazdıklarından. Shikibu'nun kitaptaki en son şiirini kullanarak bir kompozisyon yazmıştım 90'lı yılların sonunda. O gün bu gündür dönüp dolaşıp geliyorum bu şiirlere. Yalın, sade ve çok derinler.

- Many Things albümünüzde (değişik) hangi enstrümanları kullandınız? Hangi enstrümanlar ilginizi çekiyor?

Bu albümde ilk kez bu kadar çok synth** ses kullandım. Bazı parçalarda önce sesleri araştırıyorum sonra da o bulduğum seslerle parçayı şekillendiriyorum. Sesler/tınılar fikir veriyor. Daha önce duymadığım tınıları/sesleri üretebilmek, kullanabilmek beni çok heyecanlandırıyor. Ayrıca vurmalı çalgılara bayılıyorum. Bu albümde çoğunu Hakan Kurşun çaldı. Bir tek Moonrise'da, orta bölümde olanlar Midi*** sesler. Ve tabii elektronik sesleri seviyorum.

- Dream Dancer'daki ve Moonrise'daki insan seslerini nasıl elde ettiniz? Kimler onlar? 

Dream Dancer' daki sesleri Sinop'ta kayıt etmiştim. Orada Geleceği Biriktirmek isimli bir panel ve sergi çalışması için ses ve hikâye kayıtları yapıyordum. Bir gün bir panel öncesi, Sinop eski hapishanenin ıslahevi bölümü, katılımcılar gruplar hâlinde kendi aralarında konuşuyorlardı. Birçok dil vardı konuşulan ama durduğum yerden hangi dil olduğu anlaşılmıyordu. Mekânın akustik özellikleri çok ilginçti. Sesler acayip dağılıyordu. Hemen kayıt ettim. Bu sesleri o gün bu gündür bir yerde kullanmak istedim. Dream Dancer'da yerini buldu yıllar sonra.

Moonrise'daki ses ise benim sesim. Bir deneme kaydı yapmıştım, parçayı şarkıcıya vermek üzere; ama şarkının icrası istediğim gibi olmadı, kendi söylediğimi dinlettim Hakan Kurşun'a, o da "Bu iyi, bunu kullanalım," dedi. Geçici dediğim bölüm kalıcı oldu.

- Albüm kapağına nasıl karar verdiniz?

Albüm kapağını tasarlamasını eşim Nezih Erdoğan'dan istedim. O dönem tahta üzerine suluboya denemeleri yapmaya başlamıştı. Renkli, farklı formlarda su damlacıkları. Çok beğeniyordum yaptıklarını. Tam aradığımı bulmuştum: farklı şekiller, hem birbirinden ayrıksı hem de bir bütün.

Albüm kapağı: Nezih Erdoğan

- Minneapolis kentinde bulunan Orfield Laboratuvarı dünyanın en sessiz odası olarak biliniyor. Sizin bu gibi mekânlarda nasıl deneyimleriniz oldu?

John Cage'i Harvard Üniversitesi'ndeki sessiz odaya koyduklarında, oradaki mühendise "İki adet ses duyuyorum," demiş, "Birisi tiz, birisi pes ses". Burası en sessiz oda ise neden bu sesleri duyduğunu sormuş Cage, mühendise. O da Cage'den sesleri tarif etmesini istemiş. Anlatımından tiz olan sesin çalışan sinir sisteminden, pes olanın ise kan dolaşımının sesi olduğunu söylemiş. Ben bu bahsedilen sesleri duymadım ses yalıtımı yapılan odalarda; ama sessiz durmak benzer yerlerde önce çok tuhaf bir his yaratıyor. Sonra alışıyor insan. Geçen yıl Londra'da bir arkadaşımın ses kayıt stüdyosunda kaldım. Uyuduğum oda Dolby sertifikalı montaj stüdyosu idi. Çok dinlenmiş olarak uyanıyordum.

- Yıllar önce bir dersimizde kaplumbağaları anlatmıştınız. Yere porte çiziyorlar ve kaplumbağaları bırakıyorlar. Müzisyenler birer kaplumbağa seçiyor ve herkes kendi kaplumbağasının gezindiği yere denk gelen notaları çalarak müzik yapıyor. Kimdi bu kişiler? 

Bu sorunun cevabını ne yazık ki ben de hatırlamıyorum. Parçayı çok iyi hatırlıyorum; ama nerede okuduğumu ya da kimin anlattığını hatırlayamadım. Cage ya da La Monte Young diye tahmin ettim; ama işlerine hızlıca baktım, göremedim. Hatta kompozisyon hocam Noah Creshevsky'ye sordum. O mu bahsetmişti acaba diye, o da bilmiyor. Bazen hafızam bana oyun oynuyor!

- Dünyada şu anda deneysel müzik alanında sizi heyecanlandıran ne gibi işler yapılıyor?

Laurie Anderson'ın Kronos Quartet ile yaptığı Landfall (2018) albümünden The Water Rises parçasına bayılıyorum.

Hofesh Shechter'in Opera National de Paris'te sergilediği The Art of not Looking Back. Ses/müzik ve hareket olağanüstü.

Jacob Kirkegaard'ın Corophium Volutator çalışması.

Robert Ashley'in geçen yıl Improvement (Don Leaves Linda) operası**** The Kitchen'da tekrar seslendirilmiş. İlk dinlediğimde de çok etkilenmiştim, şimdi de aynı etkiyi verdi.

 - Miriam Gideon ve John Cage ödüllerini aldınız. Bu ödüllerin verildiği eserlerinizi nasıl oluşturmuştunuz? O günlerden bugünlere müzik anlayışınızda değişen şeyler oldu mu?

John Cage ödülünü ikinci soruda bahsettiğim Epicenter ile almıştım. Deprem sesleri içerdiği için sert bir kompozisyondu. Ama o sesleri aramak, bulmak, inanılmaz zevkliydi. Conservatory of Brooklyn College'ta okuyordum. Çok iyi bir perküsyon bölümü vardı. Dolayısı ile de bir sürü harika enstrüman. Enstrümanları araştırır, stüdyoya getirir ve konvansiyonel olmayan biçimde çalarak, kayıt yapardım. O eserde Çin gongları var, İrlanda davulu, Tibet kaseleri, bas davul vs.

Miriam Gideon ödülünü de ilk elektro-akustik parçam Silver Moon ile aldım. Kadın bestecileri teşvik etmek için verilen bir ödüldü. O parçada piyanonun içi, saksafon ve canlı elektronikler vardı. O da sert bir kompozisyondu. Yirmili yaşların bir arayış ve kendini bulma parçası gibiydi.

İlk kez içimden gelerek müzik yapmayı deneyimliyordum. Yazılanı çalmak ya da beklenileni çalmak değil de, hissettiğini çalmak. Çok zordu bu süreç. İçimden gelen sesler ya da iç dünyam mı desem, çok karamsar olması şaşırtmıştı beni. O dönem New York'ta yaşıyordum. Duyduklarım, gördüklerim, birlikte çaldığım kişiler müthişti. Teknoloji hızla ilerliyordu, evlerimizde bilgisayar olmadığı için hepimiz okulda stüdyolarda çalışıyorduk. Birbirimizin yaptıklarını dinliyor, birbirimiz için çalıyorduk. Sonra o sesleri kullanıyorduk. Çok malzememiz vardı. Bunları çok özlüyorum: Birbirimizi anlayan, dinleyen, destekleyen bir grup besteci ve müzisyendik. Çok konser ve kayıt yapıyorduk. Yaptığımız işe inanıyorduk ve yaptıklarımızı kimseye inandırmamız gerekmiyordu.

- Tiyatro, yerleştirme, film ve video yapımlarına müzik ve ses tasarımı uygulamaları da yapıyorsunuz. Yönetmenlerin, müzik terminolojisini bilmemeleri ihtimalinde nasıl yöntemlerle ilerliyorsunuz?

Çok şanslıyım ki çalıştığım yönetmenler yeniliğe ve yeni seslere açık. Öncelikle enstrümanlar ne olabilir diye soruyorum, akustik, elektronik, ikisi birlikte, ses ağırlıklı mı olsun, melodi mi, armoni mi, ikisi birlikte mi vs. Müzik terminolojisini bilmeyenler bunu rahatlıkla söyleyip kendi dili ile anlatmayı deniyor. Bazen anlıyorum bazen de anlamıyorum.

 Mesela, yalnızlığı anlatan bir müzik parçası isteniyor. Parçayı yapıyorum, dinletiyorum, yönetmen "Benim bahsettiğim yalnızlık hissi böyle bir şey değildi," diyor. O açıdan tasvirlerle anlaşmak her zaman mümkün olmuyor.  

Önce kısa midi sample'lar yapıyorum, şunu düşündüm diye, tamam denirse devam ediyorum. Bazı projelerde yönetmenler müziği bana bırakıyorlar. En zevklisi! Ama tabii onlara hep danışarak ilerliyorum.

Fotoğraf: Elif Gülen

- Takip ettiğiniz kaynaklardan okuyucularımızla paylaşmak istedikleriniz olur mu?

 bandcamp.com

Massimo Ricci-Touching Extremes

George Grella

Alex Ross-New Yorker

New Sounds-John Schaefer NPR

soundworkscollection.com

Michel Chion-Audio Vision

otherminds.org

İlham aldığınız kişilerden/sanatçılardan bahsetmek ister misiniz?

Morton Subotnick'in Key to Songs. Bu eseri ilk dinlediğimde çok heyecanlanmıştım. Hem çok dinamik hem de tonal bir eserdi. Elektronik, elektro-akustik sesler müthişti. Robert Ashley, Harry Partch, Alvin Lucier, Pauline Oliveros, Stuart Dempster ve Panaiotis Deep Listening albümü. Bir de aynı grubun Ellen Fullman ile yaptığı bir konseri izlemiştim. Fullman, 'long string instrument' diye kendi tasarladığı bir enstrüman çalıyordu. Müthişti.

- Silver Moon albümünüzün ilk yarısında Osmanlı döneminde çekilmiş sessiz filmler için yazdığınız besteler var. İkinci yarısı ise tiyatro eserleri için yazdıklarınızdan oluşuyor. Many Things albümünüzün Silver Moon albümünüzle konuştuğu anlar var mı? Geriye dönüp bakınca bu albümler kişisel tarihinizle örtüşüyor mu? Ya da müzik yolculuğunuzun hangi dönemlerine denk geliyor?

Silver Moon'daki piyano parçaları Osmanlı döneminde çekilmiş görüntüler için yazdığım kompozisyonlardan bir seçki. O görüntülerde ilk kez gördüğüm, artık hayatta olmayan insanlar için yazılmış piyano parçaları. Çeşitli film festivallerinde canlı müzikle eşlik ettim bu parçalara. O yüzden de piyano kullandım, tını olarak çok uyuyordu filmlere. Melodik yapılar nostaljik, eskiye ait. Bir yandan film izlerken, bir yandan da çalınabilecek parçalar.

Tiyatro için yaptıklarım, yine bir seçki ve hepsi ayrı projelerden. Orada da tonal olan var, örneğin Sarah Kane'in 4.48 Psikoz'u için yazdığım çello melodisi tonal ve romantik. Oysaki oyun çok çağdaş ve sert. Provaları izlerken hep sıcak ve melodik bölümler yazdım. Yumuşak ama çok da değil. Müziğin sıcak olması gerektiğini düşündüm ve savundum; çünkü sahnedeki ışık, video ve fotoğraflarlar soğuk renklerdeydi. Metin yorucu, uzun ve karmaşıktı. Sıcak bir şey gerekiyordu, o da müzikle olabilirdi. Diğer ekip arkadaşlarım çok olumlu bakmamışlardı ilk başta söylediklerime; ama ben çok kararlı davrandım. Sonradan da içimize sindi hepimizin.

Albümde deneysel olan parça çok. Scream örneğin piyanonun içini çalarak elde ettiğim bir kompozisyon. Caryl Churchill'in Far Away oyunu için. Mahkûmların çıktığı bir sahnede kullandık ve gerçekten boğulma hissi verdi parça. Sesten rahatsız olup kendini dışarı atmak isteyen bir iki seyirci olmuştu. Bu bahsettiğim parçaları 2000'li yıllarda yaptım. New York'tan yeni dönmüştüm ama hâlâ gelip gidiyordum. Eski okulumdaki kayıt stüdyosunu hâlâ kullanabiliyordum. Orada yarım kuyruk eski bir Baldwin piyano vardı. Tuşları kullanarak çalındığında sesi ve hissi çok iyi değildi, onun için normal kayıtlarda kullanılmıyordu. İçini çalmaya, her türlü deneye iznimiz vardı. Bu acayip bir şanstı bizim için. Piyanoyu tabii ki kullanılmaz hâle getirmemek gerekiyordu ama orada, o stüdyoda o kadar çok zaman geçirip kayıt yaptım ki. Olta misinası ile telleri çaldım, hatta heyecandan fark etmeden ellerimi de yara yaptım. Perküsyon aletleri yerleştirdim tellerin üzerine, paralar, Cage'in kompozisyonlarından öğrendiğimiz vidalar vs. Bunların kayıtlarını yapıp elektronik işlemlerden geçiriyorduk. Hâlâ da o yaptığım kayıtlardan kullandığım sesler var. Benim için çok değerliler.  

Sözünü ettiğim sesler Many Things albümümde yok ama Silver Moon'da çokça var. Many Things son üç yıldır üzerinde çalıştığım işler. Bu albümde yine solo piyano parçaları var, onları hep yazmaya devam ediyorum; ama Silver Moon'dakilerden daha farklı. Biraz daha karmaşık. Film için değiller çünkü.

Bu arada akustik piyano parçası yazmaya Osmanlı filmleriyle başladım. Piyanonun tuşlarını çalarak yaratıcı olmadığımı düşünüyordum.

- Piyanonun içini çalmanız nasıl başladı?

Yirmi üç, yirmi dört yaşlarında Brooklyn College'da bir grup arkadaşım ve hocalarla birlikte doğaçlama çalışmaya başladık. Ben çok utangaçtım, çok az çalabiliyordum, yıllardır aldığım geleneksel piyano eğitimimi kırıp farklı bir şey çalamıyordum. Aklıma fikir gelmiyordu. Bunu hocam Skip Brunner'a söylediğimde piyanonun kapağını kaldırdı, "O zaman burayı çal" dedi. Elime iki timpani çubuğu tutuşturdu, tellere vurdu onlarla, "İşte burası da var bu enstrümanın," dedi ve gitti. Çarpılmıştım. Duyduğum seslere inanamamıştım. Hemen stüdyoya kapanıp çalışmaya başladım. Çekingenliğim geçmeye başladı ve yaratıcı fikirler geliştirmeye başladım. Hemen değil tabii, belki birkaç yıl geçmesi gerekti. Piyanonun tuşları ile çalınacak beste Osmanlı filmlerine kadar hiç yapmadım. Many Things albümümde bu piyano seslerini, synth sesler ile birleştirmeyi denedim. Bu albümde çokça var. Logic***** kullanmaya yeni başladım. Sevdiğim sesler var, her ses bir fikir doğuruyor. Bazen parça başladığında nereye gideceğini bilmiyorum. Bu da beni çok heyecanlandırıyor. Armonik geçişlerden ziyade farklı tınılar beni bir yere götürüyor. Onun peşindeyim. Elektronik müzikte tını temayı oluşturabiliyor.

- Daktilo sesi, kuş sesi, suyun şıp şıp sesi… Sizde yeri olan sesler neler? Ya da şu sıralar en çok dikkatinizi çeken sesler nedir?

Şu sıralar İstanbul'da kuş seslerini duyabilmenin keyfini yaşıyorum. Doğru düzgün doğa seslerini tanımadığımı fark ettim. Geçen yıl, bir kasabada yürürken aniden bir fırtına çıktı. Yolun bir kısmı ağaçlıktı. Şiddetli rüzgârdan ötürü ağaçlardan, çalılardan inanılmaz güzel sesler geliyordu. Fırtına bir taraftan ürkütücüydü ama hiç duymadığım ve anlatması zor sesler işittim. Ben hep şehirde yaşadım. İstanbul'un seslerini içeren kompozisyonlar yaptım ama artık şehir çok gürültülü oldu. Şimdi doğa seslerini işitmek, dinlemek ve öğrenmek ilgimi çekiyor. Onun zamanı geldi sanıyorum.

- Müziğin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ars Electronica'nın YouTube kanalında, bu karantina dönemi için yapılmış canlı bir konser izledim. Steve Reich, Bach-Kurtág ve Debussy'nin dört el için yazılmış piyano parçalarını, Maki Namekawa ve Dennis Russell Davies, Cori O'Lan'ın gerçek zamanlı görseller eşliğinde çaldılar. Ekran üçe bölünmüştü. Üst iki kısımda piyanistler, bazen piyanonun içi, alt büyük kısımda ise canlı görselleştirmeler vardı. Görsel malzeme de, müzik de müthişti. Aynı ayda üç ekran izleniyordu. Hiç biri diğerinin üzerine gelmiyordu. Güzel takip edilebiliyordu. Görüntü kalitesi, eserler ve yorum çok başarılıydı.

Sadece müzik yeterli olmuyor bu zamanda 'görünür' olmak için. Müziğin görüntü ile birleşmesi gerekiyor. Bu arada ben her zaman birleşmesi gerektiğini düşünmüyorum. İnsanın duyduklarını kendi hayal gücü ile birleştirmesi de çok önemli; ama günümüzde YouTube'da durağan görüntü ile çalan müzikleri dinleyenlerin sayısı az sanıyorum. Müzik şimdi böyle, gelecekte diğer alanlar ile daha da çok birleşecek. Ya da sanatçılar birkaç sanat dalını aynı anda yapacaklar, hatta yapıyorlar. Biz öğrenciyken "Sadece çalmanız yeterli değil, kayıt yapmayı da öğreneceksiniz, mix yapmayı da," derlerdi. Şimdi web siteni tasarlaman, tanıtımını yapman, müziğine görsel ögeler eklemen, iyi kötü görüntü montajlaman vs. gerekiyor. Bunlar da müzik yapacak, üretecek zamanının azalmasına neden oluyor.  

Beni bazı dizi ve film müzikleri çok heyecanlandırıyor. Müthiş ses ve müzik fikirleri geliştirenler var. Sadece müzik olarak dinlenince birçok insana "Bu nedir, müzik mi" denilebilecek bölümler görüntü ile birleşince sorgulanmıyor. Müzik ve görüntü ilişkisinin olumlu yanlarından birisi de bu sanıyorum. Michel Chion'un söylediği gibi "Beyin bu iki şeyi birleştiriyor."  

- Korona günlerinde bu söyleşiyi yaptık. Bu konu ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Bugünler ev dışında çalışmak zorunda olanlar için çok zor günler; ama benim gibi evde çalışanlar için ise bir nimet. Bu sessizlik ve yavaşlık içinde müzik dinlemek, tüm ayrıntıları işitmek, dinlediklerimi daha iyi anlamamı, sindirmemi sağlıyor. Piyano çalıştığımda sesi çok yüksek geliyor. Sanki tüm binaya yayın yapıyormuşum gibi. Bundan rahatsız oluyorum. Bazen klavinova'ya geçip sesini kısma ihtiyacını duyuyorum. Normalleşme süreci artık başlıyor. Bu sessizlikten gürültüye geri dönüş bakalım neler getirecek bize.


* https://www.goodreads.com/book/show/189048.The_Ink_Dark_Moon

** https://technotoday.com.tr/teknoloji-ve-sanatin-bulustugu-enstruman-synthesizer-2958/

*** http://selimkerim.com/MidiNedir.html

**** https://vimeo.com/321877684

***** Müzik yapmak, kaydetmek, düzenlemek ve mix'lemek isteyen müzisyenler için yaratıcı araç seti.



Çiğdem Borucu'nun çalışmalarından bazıları:

İstanbul Do/Redo/Undo Waters Streets Faces (video)

https://vimeo.com/105012221

Lost İstanbul Music Video

https://www.youtube.com/watch?v=z6hsBqtuh-k

Port City Talks İstanbul Antwerp

https://vimeo.com/156528380

https://vimeo.com/422140057 (Afrika dansı hariç müzikler)

https://www.cigdemborucu.net/home-1

https://music.apple.com/tr/album/many-things/1506037284

https://music.apple.com/tr/album/silver-moon/1436976632

Yazarın Diğer Yazıları

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

Mad Pride ya da ‘Delilerin’ Onur Yürüyüşü

Mad Pride’ın amacı stigma ile mücadele etmek, ‘delilerin’ haklarını savunmak, çeşitli politikalara etki etmek, beraberce güçlenmek, bazen biraz eğlenmek ve misal ‘psikopat’, ‘manyak’, ‘şizo’, ‘deli misin nesin’ demeden önce bir kez daha düşünmeyi hatırlatmak

LGBTİQA+ hakları insan haklarıdır!

Kendimiz dışındaki insanların var oluşlarını öldürmeye yeltenmekle övün(e)memeliyiz, bundan olsa olsa utanç duyulur.