11 Ocak 2015

Böbürlendi... İki Kosovalı’yı İşten Atmış...

Bahar neredeyse oraya mı gidelim şimdi? Kendimizi de götürmeyecek miyiz sonuçta oralara a çocuğum?

Tiyatro ilk göz ağrım. Parlour Song/Her Yıl Kuşlar Geri Gelir (2008) adlı oyuna gittim. Ankara’ya ait bir şey vardı salonda, bunu nasıl anlatsam bilemiyorum, klasik, hizalı ve tahmin edilebilir... Beremi çıkarıp çıkarmamak konusunda kararsız kaldım. Saygıyı, salonda şapka çıkarmak olarak, birileri, bir türlü vermiş, ben de kabul etmiş olmalıyım ki çıkardım onu.

 

Karakterler

 

Yıkım uzmanı Ned/Şerif Erol*... Eskiden orman olan yere kurulmuş legomsu bir evde yaşıyor. İşi, binaları havaya uçurmak... Sistemli bir şekilde yapıyor bunu. Tezat bu ya, oradan elde ettiği gelirle oturduğu evin taksitini ödüyor. Yıktıklarından gurur duyuyor; o kadar ki televizyonlarda, gazetelerde** takip ediyor silüetini... Sahip olduklarını yitiriyor bir yandan. Eşyalarını... Oysa biriktirmeye ne de meyilli... Sakladıkça kaybederken... Karıncığına kramplar sokan spor bile iyi etmiyor onu. Scrabble oynarken “saksafon” kelimesinin üç katına F’yi getirip 37 puan toplamış oysa ki zamanında... Mucize ilaçları ve günde bir elmalı diyetleri de işe yaramıyor. Uyku uyuyamıyor pek. Ona ağır gelen bir rüyası var. Neyse ki dinlendirdi onu ve gizi burada...

Karısı Joy/Şebnem Sönmez... Alışveriş yaptığı AVM’yi kocası yıkacak. Bu arada, adı Joy ama pek neşesi kalmamış. Ned’in işini küçümsüyor; fakat taksitleri ödemesi için bir yandan kocasını teşvik etmeyi (!) de ihmal etmiyor. Ve sanırım, kendi çalışmıyor.*** Hoş, kol düğmelerini alabilmek için zamanında iki vardiya yapmış. Gelgelelim, adamlarınki kadar anılmadı mesleğiyle, belli ki işi üzerinden tanımlanmamış. Bu durum, karakterin derinliğini azaltıyor. Yazar Jez Butterworth(lar) kulak verebilirse öpücüklerimi göndereceğim. Kadın karakterlerin mesleksiz olarak oyunda/evde/sokakta gezinmeleri fazlasıyla kendini tekrar eden bir durum.****

Dale/Ziya Kürküt, Ned’in komşusu, arkadaşı, bir de, bir şeysi daha (sürpriz kaçmasın)... Evi, Ned’lerinki ile aynı. Pardon, tuvalalete gidiş yolu farklı.***** Yanında çalışan işçiler var ve misal “İki Kosovalı’yı****** işten çıkardım” cümlesini kurabiliyor gevrekçe. Spor kuşu ama böyle sanki aynada kaslarına bakıp “ah” ve “hıp” sesi çıkaranlardan...

 

Teşbih

 

Yönetmenliğini Ettore Scola’nın yaptığı Una Giornata Particolare/Özel Bir Gün filmini anımsıyorum. Yıl 1938. Hitler ve Mussolini buluşurlar Roma’da. Hayat durur. Törene gidilir. Faşizm kol geziyor... Bu sırada ev içi faşizmi de inceden inceye hissettirir kendini - ki bana hep o satır aralarındaki faşizm pek can acıtıcı gelmiştir. İçeride boğucu bir evlilik, dışarısı zehir zıkkım Parlour Song/Her Yıl Kuşlar Geri Gelir’de de. Yan yana, iki hikaye yürüyor. Birbirinin içinden geçe çıka... Bunu tasarımdaki juxtaposition (yıldızlı dipnot koyma hakkımı doldurmak üzereyim) ilkesine benzetiyorum.

Bu oyunda da o var işte... Arka planda, bina yıkımları... Diğer yanda, kalbimizin içindeki çürümeler, toz bulutları boğmuş bizi. Doğa gitmiş. Kendimizden uzaklaşmışız. Yıkıyoruz. Tüketiyoruz. Üretmeyerek... Lego gibi evlerde tek tipleşip süzülüyoruz. Ormansızlaştırma, maden çıkarımı, bilinçsiz ıslah çalışmaları ilk olarak göçmen kuşları etkilermiş, biliyor musunuz? Kuşlar acaba geri gelecek mi?

 

Metafor

 

Kayıp duygusu... Sizin hiç sakladığınız eşyalarınız var mı? Ne anlama geliyor onlar? Kaybolduklarında nasıl hissediyorsunuz? Neden onları saklama ihtiyacı hissediyorsunuz? Oyun biraz bu cümleler üstüne kurulu... Metafor diyeyim. Eşyalar kayboldukça anılar da zedelenir mi? Yıkım uzmanı Ned/Şerif Erol evliliğinin çöküşünü can çekişe çekişe duyumsuyor. Dopdolu sıcak çay bardağını bir çırpıda mideye indirmesi bundan belki. Karısını seviyor. Ona “yumoş bebeğim” diyor. Oysa Joy/Şebnem Sönmez aksi, ondaki karşılığı bitmiş belli ki bu sevginin... Her şey, sahi, yok mu oluyor?

Eşyaların kaybolması, bitmek bilmez kuraklık ve yıkımlar; tatminsiz yaşamın işaretleri... Tombuşluğundan ve onun sonucu olan büyük memelerinden, zayıflayarak kurtulmak isteyen bir Ned/Şerif Erol... Fit olacak böylece, iyi olacak sözüm ona. Özenli adam... Kuş banyosuna/evliliğine takılmışsa da, arada rüyasında...

Bir kapı açma sahnesi var. Yine metafor... Bir evde yaşıyorsun yıllarca. Hangi pencerenin kapanmadığını biliyorsun. Hangi parkenin gıcırdadığını da... Sonra bir gün, hiç görmediğin bir kapı çıkıyor karışına... Açar mısın onu? Monoton hayatını kırar mısın? Suyun üstünde kanını görmek isteyen Joy/Şebnem Sönmez kadar yürekli misin? Yo yo, orada dur, hiç çocukları bahane etme dostum!

Müzik

 

Jez Butterworth’a yazma kıvılcımı, Blues dinleyip dururken düşmüş. Bu şarkılar adeta murder ballads gibilermiş. Parlour Song*******/Her Yıl Kuşlar Geri Gelir de bir tür murder ballad zaten. Bu oyundan ve coğrafyadan azıcık bizim buralara yaklaşmayı deneyince Türkiye’deki karşılığını arıyorum bunun. Hani böyle, Tezer Özlü romanlarındaki, o buhranlı iç sıkıntılarına vesile olan, TRT’li pazar sabahı kokusu gibi... Musiki ile sahnelemek isterdim o yorgunluğu Türkiye’de.

 

Video ve Tipografi

 

Görseller yani videoların görüntü kalitesi... Bunun için Metin Altıntaş’ı mı kutlamalıyım? Tipografi için aynı cömertliği gösteremeyeceğim. O başlıklara başka bir font gerekli. Fontların da dili var. Seriflisi/tırnaklısı var; serifsizi var. Sonra, harf anatomisi var. Koca bir tipografi tarihi/külliyatı var. Hepsi konuşuyor... Göstergelerle dolu şu minik dünyamızda, harfleri önemsiyorum. Yazı yüzlerinin de karakteri var! Ve onlar, duygulara vesile...

 

Büyü Bozucu

 

Oyuncuların, sahneler arasında, karanlıkta, tıkıdık mıkıdık yerleşmeleri...

Dışarıdaki incik boncukçu...

Seyirci azlığı...

Beyzbol sopalı yatak darbesinin “mış” gibi yapılması...

 

Mırıldanmalar

 

Ned/Şerif Erol’un “Kim tek başına scrabble oynar” dediği an, feci işte! Tam da öyledir durum/en kötüsüdür/mide bulandırıcıdır/en istemediğindir fakat bunu kabullenmeye gücün yoktur ve ancak üstü kapalı sezgisel bir cümle savurarak erteleyebilirsin, hani şu korkunçlukları...

Şunu da söylemeliyim ki saçı olmayan seyirciler saç esprilerine gülmediler. Kim neye gülüyor acaba?

İyi geceler yumoş bebeğim... Orada ben buz kestim. Civardakilere de öyle oldu.

Argo atışmalar iyiydi de iki saatlik oyunda hiç mi temas olmaz? Oyuna yer yer hizmet edebilecek cinsellik, kadına giydirilen bir gecelikle izleyiciye ne yazık ki geçemiyor.

Dale/Ziya Kürküt’ün ve zaman zaman da Joy/Şebnem Sönmez’in “-yor”ları biraz kulağımı tırmaladı. “R” harfi kullanımı... Bu işi ustalara bırakmalıyım. Ben tercih etmiyorum.

Anlatıcı rolü epey zor görünüyordu. Çeviriden olabilir mi? Düz bir metni uzun vakitler dinletebilmek... Bu işin mühim bir sırrı olmalı... Yer yer maniler okuyan ramazan davulcusu geldi benim aklıma.

 

Güzelleme

Şebnem Sönmez’i kedi olarak taşıyorum içimde. Onur Ünlü’nün Beş Şehir adlı filminde kedi olmuştu. Sadece sesi ile oynamıştı. Kuyruklu dev kedi... (Tanrım bu satırları yazarken, tam şu an kulaklığı taktım fakat müzik dışarıdan geliyordu! Bazen gözlüklerim gözümdeyken onları arıyorum ya da telefonla konuşmaktayken telefonumu...) Bu parantez içindeki taşmayı, kedi kadın heyecanıma bağlıyorum. (Bu arada Erik Clapton çalıyor. Layla...) Kadınlar hep adamlara sorular sorup durur mu? (Bu da oyundan bir sahne) En sevdiğin renk nedir? Hayatta karşılaştığın en korkunç şey? Çıkışta sırf bu sahne yüzünden sessizleştim, bilesiniz. Teşekkür ederim Şebnem Sönmez.

Ziya Kürküt... Kendisini, Eskişehir’deki ailemle izlerdik. Pijamalarımla... Performansını televizyondan izlediğim o yıllarda “ne hoş adam/oyuncu” sözlerinin evimizde yankılandığını anımsıyorum. Sevgi ve saygılarımı sunuyorum Ziya Kürküt’e... Tüm ailem ve kendi adıma...

Ve Şerif Erol... Sahnede parlıyor. Basketbol oynadığım yıllarda antrönörümüz Ertuğ abi, kanayan dizlerimi gösterirdi. Çizgi dışına çıkmasın diye, topa atlamaya çok meraklıydım. Şerif Erol dizlerinin kanayıp kanamayacağını hiç umursamadan ve kendinden emin -hakkıdır- topa o kadar güzel atladı durdu ki... Dili de epey maharetliymiş! Bunu ancak oyuna giderseniz anlayabilirsiniz. Ya da şöyle söyleyeyim, fiziksel aksiyon çizgisini ne kadar sık tekrarlarsa, karakterin ruhsal yaşamına o kadar kesinlik kazandıracağını biliyor. (Bu son yazdığım cümleyi tiyatro eleştirmenleri birliğinin sitesinden çaldım. Phew!) Bir de, Şahika Tekand Studio Oyuncuları ile geçirdiğim o üç yılda, uzaktan hep izlerdim kendisini. Şahika’daki oyunlar daha kural bozandı. Parlour Song/Her Yıl Kuşlar Geri Gelir onlara göre klasik denebilecek bir yapıya sahip. İkisinde de inanılmazdı Şerif Erol. Hatta vay canına!

 

Bitti

 

Oyuna dönmek istiyorum yeniden... Öncesinde, yönetmen Ahmet Levendoğlu’na teşekkür etmek istiyorum. Bu oyunu dilimize kazandırdığı/sahnelediği/tanışmamızı sağladığı için. Günümüz Türkiye’sinde tiyatroya emek vermeyi seçmiş olduğu için... Evet... Bahar neredeyse oraya mı gidelim şimdi? Kendimizi de götürmeyecek miyiz sonuçta oralara a çocuğum? Bahar önce içimize gelsin! Hem bak yağmur nasıl da yağıyor...

* İsimleri böyle yan yana yazacağım çünkü rol kişisi her zaman bir parçası oynayanın...

** “Televizyona çıkma isteği orta sınıfa ait” diyorlar. Ali Arslan’ın Elit Sosyolojisi kitabı bana yardım etmişti. Kendisine teşekkür ederim.

*** Üreten/ekonomiye katkı sağlayan kadınları/bireyleri, hayatın yanısıra sahnede de görmeye/ilham almaya/vermeye ihtiyacımız var. Sistem böyle böyle yeniden üremiyor mu? Dileğim bu yönde.

**** Mesleği olan kadınları inşallah ben yazarım günün birinde. Mademki az yazılıyor...   

***** Bu trajikomik replikler ne kadar da güzeldi!

****** Bizim topraklarda da karşılığı var bu ötekilerin...

******* A parlour song is an Anglicisation of a Negro spiritual or a ballad or a work song; they would be reformed for piano, and you’d play them in your parlour in middle-class England. (kaynak: aşağıdaki linkin içi)

Not: Oyuna dair bulduklarımı aşağıda paylaşmak istiyorum. Hem bekledikçe şarap gibi oluyor!

You’ve lived for years in the one house. For years. You know which window sticks, which floorboard creaks. Which tap drips. The cold spots, the damp patch. You know it. Like the back of your hand... Then one day, you’re in the house... And you look round and there’s.. There’s a door. A door you never saw before. Was it always there? How could you not notice it. How could you not have seen it before? Would you open it?

http://www.almeida.co.uk/Downloads/ParlourSongResources.pdf?q=parlour

http://www.youtube.com/watch?v=c7RoFMhWfls

http://www.youtube.com/watch?v=b_g7hKivkdI

 

Yazarın Diğer Yazıları

Otoetnografi: Bildiğimizi nasıl biliriz?

Akademik yazılardan her ne kadar belirli bir ciddiyete sahip olması beklense de, bu durum yaratıcı ifade biçimlerinden tamamen uzak durmayı gerektirmez. Otoetnografi, ‘ben dili’ ile teoriyi buluşturmak isteyenlerin, öğrencilerin ve araştırmacıların ilgisini çekebilir

Akademik sinema dünyasından dört önemli konferans

Bu konferansların, oluşumların ve dergilerin köklü bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum ve dünya genelindeki çalışmalara bakmak için iyi bir başlangıç noktası ve referans kaynağı olabileceğine inanıyorum

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

"
"