Tek başıma ne zamandır -hiç mi yoksa?- yolculuğa çıkmamıştım.
Yanımdaki kadın telefonu “Alo, Avukat Ayten” diye açıyor. Avukatmış. Sıkıldıkça telefonla konuşuyor:
Onlara gittiğimizde dolmaların içi bile yoktu. Kes sosisleri koy, ne uğraşacaksın.
Etim ne budum ne, bu ay 2 bin harcamışım, yok artık zırnık koklatmam.
...
Sırtınız… Sırtınız olduğu gibi ortada.
Bir yandan da eli ile boynumdaki şalı düzelterek beni saklamaya çalışıyor. (Keşke o sırada elini ısırsaydım.)*
Şile’de durduk. Tuvalete gittim. Kolonya kokusu... İnce, dokulu, beyaz peçetelerin olduğu odaya, adama parayı uzatıyorum. Göz teması yok.
Köpekleri düşünüyorum. Doğayı... Ne yapacaklarsa yapıyorlar ve toprağa gömüp gidiyorlar. Medeniyet dedikleri... Kapalı bir alana gir. Posanı kabul etmeleri için para öde. İşini bitir ve git.
Ağva’dayım. Yer ayarlamadım. Bir an geri mi dönsem diye düşünüyorum.
- Bu akşam için yeriniz var mı?
- Yalnız mısınız?
- Merhaba, odanız var mı?
- Siz mi kalacaksınız?
- Şey, kalacak yer arıyorum da...
- Tek misiniz?
Kasabada bir Türkan Şoray karesi gibi hissediyorum. Mine filmindeki gibi… Yine de bilinmeze gitme gücü iyi. Ağva’daki pembe ağacı görünce rahatlamak da öyle…
Kıyıda tekneler var. Kaptanla açıldık. Şimdi de Banu Alkan sahnesi canlandı. Adam kadını kaçırır ve direğe bağlar.**
Açık burunlu mavi ayakkabılarımın içinden görünen kırmızı Alican çoraplarımın beni tecavüzden kurtardığına inanıyorum. Annemin her taksiye binişimde “yalnız mı biniyorsun” demesinin hatırlattığı tedirginlik gibi bu da. Geçti.
Kaptan anlattı. Gelin kayası varmış, bir gelin atlamış oradan. Altın muhlisi varmış, çok balık olurmuş orada. Esiyor. Su berrak.
Sahilde yürüyorum. Kumun üstüne Yok Anasının Soyadı (belgeselimin adını) yazıyorum*** ve tuzlu suyun harfleri silmesini bekliyorum. Doğada isim yok!
Bir köpek ölüsü ile karşılaşıyorum. Sinekler konmuş üstüne. Gösterilmek istenmeyeni çek kızım! Kamera elimde, gel ölüm! Sen doğalsın, seni kabul ediyorum.
Fotoğrafımızı çeker misiniz, diyorlar. Film çekmenin yeri ayrı, sizi çekmenin yeri ayrı... Klik klak.
Yol soruyorum. 800 metre yürüyeceksiniz, diyorlar. Taksi hiç gelmiyor. Şile bezleri ile oynuyorum. Eskisi kadar heyecanlandırmıyor. İçime sinen bir giyecek yok. Sadece beni korusunlar diye giymiyorum kıyafetlerimi artık. Kafamın içinde vır vır konuşan sesi susturuyorum. Uzaklaşıyorum oradan da.
İki yumurta, üç köy ekmeği... Su şişesinin içinde maydanoz tohumları satan kadını çok seviyorum.
Bisiklet kiralanan bir yer buldum! Belki son 15 yıldır bisiklete binmemiştim. Rüzgâra karşı pedal çeviriyorum. Kuşların şarkı söylediği bahçeyi keşfediyorum. Şarap, balık, kitap var. Okuyorum:
Dans etmek iyi olacaktır. Müzik iyi olacaktır. Bahçede çalışmak iyi olacaktır. Çocuklarla oynamak iyi olacaktır. Yahut hiçbir şey yapmadan sadece oturmak iyi olacaktır. Tedavi budur.
Ağva ile vedalaşma vakti... Ayaklarım, kıyıda, şıp şıp... Sesler var.
Kadın suyun içide. Adam girmek istemiyor.
Kadın: Neden kimse yüzmüyor?
Adam: Herkes senin gibi arıza mı?
Kadın: Yüzelim mi?
Adam: Gidelim.
Kadın: Ben burada iyiyim.
Adam: Ben gidiyorum.
Kadın: Su al bana.
Adam: Yürü git.
Kadın: Almazsan alma be!
İstanbul’a dönüyorum. Parlement silueti var. İstanbul, ne güzelsin, diyorum. Saçlarım uçuşuyor. Rüzgâr cevap veriyor:
Sen de öylesin Handeciğim, çok güzelsin, hoş geldin...****
* Müdahaleyi aynı enerji ile geldiği yere göndermek ve daha mutlu yarınlar için... Haydi! Aikidoya...
** Türkiye sineması ne çok korkutmuş beni.
*** Kumun üstüne sevgili adları yazılırdı, değil mi?
**** Siz hiç tek başınıza yolculuğa çıktınız mı?
Not: İlk yalnız yolculuğum Ağva’ya oldu. Boşandıktan sonraydı. Zordu. Üstüne gidince iyileşti. ‘Tek başına sinemaya gitmek 101’ ile başladım.
Not 2: Bazı mekânların tek kişilik menüsü var. Bir de şu 1+1 evleri çoğaltsak hiç fena olmayacak. Bir şey yapmalı... Ne de olsa Türkiye bireylerin değil, ailelerin ülkesi.