17 Mayıs 2022

Kendi yazdığım romanı dört yıl sonra bir yabancı gibi okudum: Aklımdan neler geçti, Dijital Çağ'da romana yer var mı?

Bir romanı okumakla, ondan esinlenmiş diziyi seyretmek yaşamsal deneyim olarak aynı şey midir?

Geçen akşam AFS Kitap Kulübü'ndeki arkadaşlarla zoom üzerinden bir sohbet yaptık. Konu "Ada" adlı romanımdı. Söz dönüp dolaşıp Dijital Çağ'da roman türünün geleceğinin olup olmadığına geldi. "Romanın dizilere senaryo sağlamaktan başka bir işlevi kaldı mı?" sorusu sık sık sorulmakta…

"Ada" benim ikinci romanım. Birincisi, "Babıali'de Cinayet", Türkiye'de gazeteciliğin çürüyüşünü anlatıyordu. İkincisi olan "Ada" ise, pergelin ayağını Bozcaada'ya koyarak 1990'lar Türkiye'sini, değişimin adaya yansımasını ve yeni bir aşkın ıslanmış bir kibrit çöpü gibi yanıp sönmesini anlatıyor…

"Ada"yı yazılışından dört yıl sonra ilk kez okudum. Sanki bir başkası tarafından yazılmış gibi ürkerek korkarak okudum. Ya kötü çıkarsa? Ya olayların sıcaklığı içinde nesnel bir değerlendirme yapamamışsam? Ya etrafındakilerin dolduruşuna gelmişsem?

Neyse ki, öyle olmadı. Sürüklenerek okudum. Hatta beklediğimden daha iyi buldum, bir kaç yerde gözlerim yaşardı, bazı yerlerde de acı acı gülümsedim. Gereksiz gevezeliklere izin vermediğime sevindim. "Roman" olmuş, ki asıl aracım oydu.

Artık inanıyorum ki, Babıali'de Cinayet gibi "Ada" da gelecekte yaşayabilir.

Roman niçin yaşamalı?

Peki, roman türü de yaşayacak mıdır? İnsanın hem iş zamanını hem de boş vakitlerini işgal eden dijital eğlenceliklerden romana yer kalacak mıdır? Yoksa o, televizyon dizilerinden sonra şimdi de sanal gerçeklik oyunlarına malzeme sağlayan bir malzemeye mi dönüşecektir?

Ben iyimser olmak istiyorum. Nedenlerini birkaç yıl önce bir yazımda açıklamıştım:

Bir süredir "Netflix döneminde romanın yaşama şansı var mı?" sorusunu soruyor, aklıma gelenleri bir takım toplantılarda dillendiriyor ya da yazıya dökmeye çalışıyorum. Belli ki bu soru beni ilgilendiriyor.

Şundan: Son iki kitabım, yani 29. ve 30. kitaplarım, roman türünde oldu. ("Babıali'de Cinayet: Gazeteciyi Kim Öldürdü?" ve "Ada") Son iki yılımı roman yazarak ya da roman konuşarak geçirdim de diyebilirim. Şimdi de üçüncüsü üzerinde çalışıyorum. Roman yazarlığını sevdim. Romanın bana başka türlerde bulunmayan bazı ifade olanakları sağladığını keşfettim. Onun yerine geçecek bir şey bulunmadığına göre, ağır bir şaşkınlık krizi geçirmekte olan insanlığın romana ihtiyacı olduğu sonucuna vardım. Şiir gibi roman da bir kenara itilirse, dünyanın daha renksiz, insanlığın ise daha da sığ ve sıkıcı (ve dahi, yıkıcı) bir hale geleceğinden kaygılandım.

Ve, bir yayıncının "Artık roman basmaya korkuyoruz, çünkü bizdeki roman okurları, yani A/B Grubundaki kadınlar, şu aralar gece gündüz Netflix'te dizi seyretmekten başka bir şey yapmıyorlar." dediğini duydum!

Roman tükenmez

Bir romanı okumakla, ondan esinlenmiş diziyi seyretmek yaşamsal deneyim olarak aynı şey midir? Yoksa ikisi apayrı, birbirinin yerine ikame edilemez deneyimler midir? Örneğin Homeros'un epik İlyada'sını okuyanla, ondan esinlenmiş BBC'nin berbat "The Fall of A City" dizisini seyreden aynı pınardan su içmiş sayılabilirler mi?

Yoksa dizisi ye da filmi ne kadar iyi olursa olsun, romanı okumak "özgün, benzersiz ve emsalsiz" bir deneyim midir?

Hayatının çeşitli evrelerinde televizyonculuk da yapmış ve roman yazmaya geç kalmış biri olarak ben romanın insana verdiğinin özel –"özgün", "benzersiz", "emsalsiz"– olduğuna ve bu yüzden mutlaka yaşaması gerektiğine inanıyorum.

Bu dizi furyası da gelip geçici bir modadır, insanlar zamanla ondan bıkıp asıl şeylere, yani kendilerini daha insanileşirecek, derinleştirecek, özgürleştirecek şeylere döneceklerdir diye avunmaya çalışıyorum.

Belki de kendimi kandırıyorum. Belki de çağdaş insana yaraşan, eğlence tıkınmaya dayanan bencil bir yüzeyselliktir. Belki de hala roman okuyanları, Aldous Huxley'in Brave New World'teki "vahşi adam" gibi kafeslere kapatıp teşhir edeceklerdir! Belki de onları romansız bırakmamak için yazmak gerekir!"

Yazarın Diğer Yazıları

Yalan, gürültü, dezenformasyon.. Gerçek iletişimci ne yapmalı?

Hepimiz, yani gazeteciler başta biz iletişimciler bir çeşit radikal filozof olmak zorundayız

Dibe vurmak... Ve ayağa kalkmak...

31 Mart seçimlerinde birçok kişi hayatının doruğuna çıktı ya da dibe vurdu. Şimdi, özellikle dibe vuranların ne yapacaklarını merak ediyor, ilgiyle izliyoruz

31 Mart’ta Türkiye Akdeniz’e doğru kaydı, haritanın rengi kırmızı değil mavi olmalıydı: Akdeniz Mavisi!

Hafta boyunca 31 Mart seçim sonuçlarına bir, çok açı ve plandan bakıldı. Ben bugün geriye çekilip açılarak, sinema diliyle “zoom out” ederek, büyük resme bakmak ve sormak istiyorum: Aslında ne değişti?