Zamanın boyu ne zaman uzuyor? Ne zaman kısalıyor?
25 yıl az mı çok mu? Ya 2,5 yıl?
Gerçekten de, ne kadar göreceli bir kavram zaman…
Nâzım’ın şiirini hatırlıyor musunuz:
“Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ‘Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman...’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün...’
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsanız: ‘Bütün bir hayat...’
Bana sorarsanız: ‘Adam sende bir hafta...’”
2,5 yıl az mı çok mu? Ya 25 yıl?
Memlekete döneli 2,5 yıl olmuş. Dönmeden son yıllarda “içerde” olup bitenleri dikkatle izlemeye çalışırdım. Ama öğrendiklerim bilgi haznemi doldururken hayatıma taşıp adım başı ortalara saçılmazdı.
Şimdi ara sıra “ikinci vatan”ı ziyaret ederken “birincisi” görülmemiş bir kıskançlıkla birçok sahnenin arasına “parça” olup dalıyor; sanki beni rakibiyle yalnız bırakmak istemiyor.
Geçen hafta Moskova’daydım. Sokaklarında gezerken hayatımın en uzun süreli kentini, “memleketten sesler ve sözler” hoyratça karışıp durdu gördüklerime ve yaşadıklarıma.
Kulaklarıma birer tokat vurgusuyla çarpan kurşuni kelimelerin sahibi kâh Başbakanımızdı, kâh Başbakan Yardımcımız, kâh Afyon Valimiz, kâh Bursa Emniyet Müdürümüz, kâh Milli Gazete yazarımız…
Oysa Moskova’daydım; hoşuma gidecek ve huzurumu kaçıracak malzemenin yerlisi burada fazlasıyla mevcuttu; ithal takviyeye hiç mi hiç ihtiyaç yoktu. Ancak döndüğüm ülkenin misafiri olmam daha zordu, ondan daha uzun süre yaşadığım ve daha iyi bilip sindirdiğim ötekine göre; boynuma destursuz sarılıp yapışması bu yüzdendi belki de…
Sıcaklar rekor kırıyordu nisan ayı tükenirken. 32 derecede sokaklar ve parklar çiçeklenmişti. Hem de ne çiçekler… Akça pekçe kızlar uzun bacaklarını, sanki kendilerinden sayıp da önemsemeye gerek görmedikleri göğüsleriyle göbek ve sırtlarını kış boyu taşıdıkları giysilerden fena halde arındırmışlardı. Önce katıksız bir erkek salaklığı ve hayalperestliğiyle dalıp gittim bu görüntüye. Sonra uzak rüzgârlarla kulaklarım çınladı:
“Mini etekli, şortlu, memelerinin büyük kısmı görünen, laubali kadınlar... Merdivenlere oturan bazı kadınların en mahrem yerleri görünüyor... Yılışıklık son haddinde... Kahkahalar, haykırışlar, hellolar mellolar...”
Ortalık “fuhuşhaneye dönmüş”, “fuhşiyat” almış yürümüş, kimileri “otobüslerde, tramvaylarda, sokakta, parkta herkesin arasında öpüşüyor, cilveleşiyor.”
“Ağaçların altında el ele tutuşanlar, sarılanlar var”. Bir şey de diyemezsin ki, yasalar elvermiyor…
Banklarda içkisini yudumlayanlardan geçilmiyor. Votka tüketimi azalmış, bira atağa kalkmış vaziyette. Hava kararınca bütün içkiler yarışıyor. “İçki içmeyi yasaklamak” var aslında, ahlâklı bir yerel Türk yöneticisinin izinden giderek, ama…
Eh, herhalde “sanat toplum içindir” deyip kendini en yakın sinemaya atsan, mesela, oynatılan filmlerin yarısı kesin erotiktir. En yüksek sanat değerine sahiptir mutlaka diyerek Venedik Festivali ödüllü Aleksandr Sokurov’un Faust filmine gitsen, Alman kadınlarını anadan üryan görürsün, tövbe tövbe!..
Tiyatro daha mutaassıp olmalı. Ama öylesini iğneyle kazıp bulmak şartıyla. Mesela, önüne Kirill Ganin’in Konseptüel Tiyatrosu çıktıysa yandığının resmidir. Orada yıllardır çıplak kadınlar sahnede, hem de beyaz perde falan yok, ahlaksızlık dokunulası mesafede. Oynadıkları oyunun adı da “18 cm” (!). Üstelik konunun merkezinde Vladimir Putin var. Bir de adama diktatör derler! Asıl diktatör olan, bu rezillikleri sergileyen “despot aydınlar” değil de kim, söyleyin!..
Karanlık bastığında yorgun argın yatağına uzanıyorsun. Sakın televizyonunu açma, birkaç dakikada “tahammül sınırlarının sonuna gelirsin”. Erotizm mi dersin, tecavüz mü, ensest mi?..
Bu filmlerle dizilerin “sorumlularını sallandıracaksın Kızıl Meydan’da”, gör bak, bir daha toplumun arıyla namusuyla oynayan çıkabiliyor mu? Ama işte, demokrasi var ya! Avrupa normları, İnsan Hakları Mahkemesi falan filan!..
Zar zor bulduğum bir Sovyet çizgi filmini izlerken gözlerim kapanıyor; bilincim son demlerinde iki cümle fısıldıyor: “Bizimkiler Türkiye’den sonra gelip hayrına Rusya’nın ahlakını da bir düzeltseler…” ve “Galiba eski vakitlerde her şey daha iyiydi ve daha ahlaklı…”
Eski vakitler… Oralara uzanmanın, geçmişe dönmenin zamanı geldi artık.
Moskova’nın süresi doluyor. Sırada Rusya’nın ikinci, benim birinci kentim var: Ruslar’ın çoktandır havalı bir edayla “Piter” dedikleri, benim genellikle geçmişte ayak direyerek “Leningrad” olarak adlandırdığım Petersburg.
Orada ne iş görüşmesi yapıyorum, ne de park ve sokaklarda aylaklık. Özel bir anlamı var bu kez oraya gitmemin: Okulu bitirmemizin üzerinden 25 yıl geçmiş. Çeyrek yüzyılın ardından anıları tazeleyeceğiz.
Şimdi ülkenin de, kentin de, üniversitenin de, fakültenin de adı değişmiş. Toplantıya gelen 50 yaşlarındaki 50 kadar eski arkadaşın görüntüsü de öyle. Kimisiyle tokalaşıyor, kimisiyle kucaklaşıyoruz. Sonra kadehler doluyor, anılar gürültülü kahkahalarla ortaya saçılıyor. Birbirimizi ve en önemlisi kendi gençliğimizi hatırlıyoruz.
Çeyrek yüzyıl dediğin de nedir! 25 tane yıl alt tarafı!
Ne Erdoğan vardı o zaman, ne de Putin! Ne ahlaksızlık vardı, ne de ahlak nutukları!
Gençlik vardı, doludizgin!
Şimdi zaman tüneline girip bir günlüğüne yeniden yaşamaya çalıştığımız sımsıcak bir gençlik…