Şu anketlere takılıyorum bazen… Daha doğrusu anketlerin sonundakilere… Hepsinin sonunda aynı grup: Çekimserler. Ya da tarafsızlar. Bir görüş belirtmekte zorlananlar. “Fark etmezciler”…
Anket soruları durmadan değişiyor: “Seçimlerde oyunuzu kime vereceksiniz?”. “Hangi yemeği daha çok seversiniz?”, “İdealinizdeki kadın tipi nasıldır?”… Cevapların sonunda hep aynı kitle.
Yani doğru dürüst cevap veremeyenler.
Bazı anketlerde neredeyse en kalabalık grup, bu sonuncusu oluyor. Hiç fikri olmayanlar, iyi ya da kötü bir fikri olanlardan daha fazla çıkabiliyor.
Adama bir dizi konuda sorular soruyorlar: “Kürt sorunu…”, “Basın yasakları…”, “Kadınlara yönelik şiddet…”. O, hep aynı kaygısız telden çalıyor: “Bilmem valla; ne yaparlarsa yapsınlar!”.
Tarafsızlık, çekimserlik, fark etmezcilik bizde “emniyet kemeri” yerine kullanır sık sık. Sıkıştık mı, yüzümüzde tarafsızlık maskesiyle kalabalığın arasına kaçarız:
“Aman yanlış anlaşılmayalım! Dikkat çekmeyelim! Ters bir duruma yol açmayalım! Onun için de renk vermeyelim!..”
Yani?..
“Yani bilemiyorum... Yorum yok... Bi şey diyemiycem… Benim açımdan pek fark etmez…”
* * *
“Fark etmez! Fark etmez! Fark etmez!..”
Bazen de kanımıza girer bu alışkanlık. En sıradan durumlarda damarlarımızdan fışkırıverir:
“Çay mı içersin, kahve mi?”
“Fark etmez!”
Haydi düşün bakalım şimdi; “fark etmez” çaya mı benzer daha çok, yoksa kahveye mi?
Çayını kahvesinden ayıramayanların, toplumsal olaylar karşısında net tutum almaları o kadar kolay olmuyor. Bir yerlerde bizim yaşamımızla ve ülkemizle ilgili kararlar alınırken, biz “politikanın üzerinde” yer almayı, fazla bulaşmamayı, sivrilmemeyi yeğleyebiliyoruz.
Sürünün ortasında gideceksin! Böyle öğrettiler bize çocuk yaşlarda. Hem kendimizi gönüllü olarak koyunlar (en iyi ihtimalle, ehvenişer keçiler) ile özdeşleştirdik; hem de geride kalmasak bile, asla ileri çıkmamayı, “her daim haddimizi bilmeyi” belledik. Elimizi ateşe sokmaktan çekinerek yaşamaya alıştık.
* * *
O ateşi içinde duyumsayan bir şair, kendi kaderine yabancı kalanların sağır kulaklarına ve yüreklerine nasıl sesleniyordu:
“Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar
Aydınlığa?”
Bu dizeler, buram buram başkaldırı koktuğundan ve kavga çağrısı yaptığından dolayı bazılarına artık “çağdaş” gelmeyebilir. Ama bu, her dönemde çağdaşlığın en önemli ölçütünün, çağın daha ileri, daha insani, daha yaşanası bir hale gelmesi için ter dökmek, mücadele vermek olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu mücadele kötülüğe karşı olduğu kadar, vurdumduymazlığa, yürek sağırlığına da karşıdır.
Zaten çoğu kez iyi insanların kayıtsızlığı değil midir kötülüklerin asıl nedeni?
Ne diyordu Albert Camus:
“İyi olmak o kadar zor değildir; zor olan adaletli olmaktır!”