Önceki gün küçük bir kasaba lokantasındaydım.
Yan masadan Sıla ile Ahmet Kural’ın ilişkisi üzerine uzunca bir anlatı ve yorum dinledim.
Baktım, konuşan 75-80 yaşında bir kadın.
Her ayrıntıyı biliyor neredeyse; ilişki ne zaman başladı, ne zaman küstüler, ne zaman barıştılar, şimdi bu dayakla ilgili kim ne söylüyor...
Bizim T24’ü açtım, gözlerime inanamadım: 20 bölümlü manşetler arasında 6 haber bu konuya ayrılmış.
Önce “çok mu magazinleştik” deme eğilimindeydim. Sonra okuduklarım ve duyduklarım, bana meselenin Türkiye’nin en önemli gündemlerinden biri haline geldiğini gösterdi.
Hayır, dalga geçmiyorum ve küçümsemiyorum.
Ama kafamda bir şeyleri oturtmaya çalışıyorum.
Yazmaya başlamadan lise arkadaşları Whatsapp grubumuza danışıyorum yazı konusunu.
Bir arkadaşım “gülücük” eşliğinde şu satırları gönderiyor:
“Yevmiyesi geçen yıldan bu yana artmayan zeytin işçisinin sabah zeytin toplarken, kapıcının yüzü gözü mor ve dudağı patlak karısının akşam üzeri çöpü çıkarırken Sıla’yı konuşup heyecanlanması ne ilginç!”
Evet, gündem bu.
* * *
“Kadınlar öldürülüyor bu coğrafyada, yaralanıyor, tecavüze uğruyor, satılıyor… Evde şiddet sıradan, günlük bir uygulama… Konuya sadece Sıla ile bakarsak ikiyüzlülük yapmış olmaz mıyız?”
Elbette. Ama şimdi Sıla da bir vesile oluyor şiddeti tartışmak ve mahkûm etmek için.
İyi ki içine atmadı ve konuyu kapatmadı Sıla (bu arada geçmişte de şiddet gördüğünü okudum ve eğer öyleyse neden o zaman sustu diye düşündüm; “sevginin ve alışkanlığın gücü” mü deniyor buna? Ya da 45 dakikalık dayak ile savcılığa gitme arasında geçen uzun zaman dilimi içinde neler düşündü acaba, neler hissetti?).
Konuşalım. Yazalım. Sadece Ahmet Kural denilen kişiyi değil (ama elbette onu da). Ve sadece bu olayı değil (ama madem gündem, en çok onu)…
Bu arada “Sıla ne kadar doğru söylüyor?”, “Reklam mı yapıyor?”, “Adam dövmüş de, acaba neden dövmüş?” türü tepkileri ele almayacağım. 35 yaşındaki aktörün pek de başarılı oynayamadığı “Sıla’dan ve bütün kadınlardan özür dilerim” sahnesini de...
Ne var ki konuya girmeden film şeridini hızla geriye doğru sarmakta yarar olabilir:
Tacizle suçlanan Talat Bulut’u ve kendini aklamak için söylediklerini hatırlayalım.
Ya da Erkan Petekkaya’nın “tercih kriteri”ni: “Nurgül Yeşilçay’ın nesini taciz edeceğim? Beyonce mi o?”
İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses gibi, adları sık sık dayak kelimesiyle yan yana gelmiş adamların önünde ceketini ilikleyen toplum olduğumuzu...
Daha da gerilere giderken Fikret Hakan ile Hümeyra, Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre takılsın anılar arşivinde gözümüze… Ve daha pek çok kişi ve olay...
* * *
Bu yazıyı yazmaya hemen karar veremememin nedenlerinden biri, tartışmanın merkezindeki ilişkiler üzerine ahkâm keser, “aşk uzmanı” ve “yaşam koçu” havası atar durumuna düşmekten korkmamdı. Biliyorum, son zamanlarda fazlasıyla cazip oldu bu konular…
Bir başka neden, magazin gündemini yakından izlemiyor olmamdı.
Doğrusu, bu çocuğun adını duyunca yüzüyle çakıştıramadım ilk önce.
Sonra kendi kendime “Haa, hatırladım, bu da onlardan biri” dedim. “Onlar”, benim için son yıllarda ortaya çıkıp kısa sürede “yıldız” haline getirilen, annelerinin galiba “aman oğlum, sen bir tanesin!” diye pışpışlayarak yetiştirdiği, genel kültürü oldukça sınırlı da olsa özgüveni aşırı güçlü, “acayip yakışıklı” olduğuna ölümüne inandırılmış, kamera karşısında en başta çatık kaşlı “sert erkek” pozu olmak üzere az sayıda duyguyu hakkıyla yansıtmakla yetinen, tecrübe ve mütevazılık yoksunu bazı gençler…
Bu yazdıklarıma “fesatlık” da diyebilirsiniz, “kıskançlık” da, “yüzeysellik” de… Hepsinde doğruluk payı olabilir. Geçen gün bir grup genç kızın “bu kumaştan” bir genç sanatçıya nasıl bayıldığına ilişkin sohbetine kulak misafiri olduğumda, kendimi ölüm zamanı çoktan geldiği halde hâlâ ortalarda fuzuli dolaşıp bir de utanmadan yorum yapan bir fosil gibi hissettim.
Dayı dayı yürüyen, keskin bakışlı, “erkekleri tehdit kadınları tahrik etmeyi” birinci vazifesi saydığı izlenimini veren bu delikanlılardan birkaçının öyküsünü okuyup izlemişliğim vardı.
Doğrusu sesini ve üslubunu beğendiğim Sıla ile Ahmet Kural denilen kişinin adını yan yana gördüğümde içimde “Vur kadehi ustam, iki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze” duygusu titremişti… (“Karşı cinslerin birbirinde neler aradığı” meselesi uzun ve alengirli olabilir ve içinden çıkamayabilirim; onun için “gönül bu, her türlü otu tercih edebilir” bilgeliğini hatırlayıp acele kapatıyorum konuyu.)
* * *
Kural’ın nasıl biri olduğu galiba artık sır değil. Genç kadınların önemli bölümü için sanırım oldukça “çarpıcı bir Türk erkeği”... Sert ve kararlı pozları çok “etkileyici”...
Bizde insanların büyük bir zevkle ve özenle “sevgi” duygusunun kuyruğuna yapıştırdıkları “kıskançlık” özelliğini cömertçe ve istediği tarzda kullanan biri...
Birkaç yıl önce bir başka kadının parmağını neredeyse keyifle kırmış...
Sıla’yı “sahiplendikten” bir süre sonra ona da kendi dağarcığına uygun roller yazıp bildirmeye başlamış: “O kadınla konuşmanı istemiyorum!” Plan yürümeyince de doğanın kendisine bahşettiği “erkeklik sorumluluğu” gereği kaslarını kullanmakta beis görmemiş.
Sonuçta kendini, “kendine ait” zannettiği bir kadın karşısında “sahip”, “sorumlu” ve “yönlendirici” sayıyor (ama kötü niyeti yok, bütün bunlar “sevgiden” tabii, “aşktan”). Yakınlaştığı kişiyi anında kendi malına dönüştüren bu – içi kof da olsa – yüksek egolar açısından “eşit haklı ilişki” ve “sorumluluk paylaşımı” diye bir şey yok! Çoook fedakâr ve koruyu-kollayıcılar çook!
Ha, bir de “öfke kontrolü” denilen şeyi önemsemeye gerek görmüyorlar. Çünkü özünde kendilerine güvensiz ve zayıf kişilikler, gizli sünepeler!.. Sinirlenme ve bazen “kükreme”, “kırıp dağıtma” hakkını “ne yapalım, asabi tabiatlı(yım)” kisvesi altında haklı çıkarmaya o kadar alışmışlar ki... Ve aslında kişilik özelliğinin doğal sonucu olarak gördükleri o sinir anlarında kısa süreliğine de olsa çevresindekileri korkutmaktan ve bu durumun “normal” görünmesinden derin bir haz duyuyorlar.
Sinirlendin mi? Çek vur kardeşim! Elini korkak alıştırma! Zaten herkes asabi bu ülkede, halden anlarız biz!..
Bu tipten adamlara “erkeğin asıl gücü nerededir?” diye soru sormanın anlamı var mı?
* * *
Toplumca keyifle ve iştahla tartışıyoruz Sıla’nın başına gelenleri… Bilip anlamadan şeytanın avukatlığına soyunan ucuz polemikçilerden geçilmiyor.
“Sıla’yı savunmak” garip bir misyon…
Sıla’nın gücü, geçmişte kritik anlarda doğru bildiğini açıklamaya ve güçlülerin tepkisine (konser yasaklamalarına, linç girişimine vs.) karşı koymaya yetmişti.
Bugün de doğru gördüğü bir tavır uğruna kendini, ilişkisini, duygularını, hatalarını, hoyratça konuşmaya meyilli bir toplumun operasyon masasına yatırabiliyor.
Onu savunmaya gerek yok. Kendimizi savunalım biz.
Huzurlu ve özgür bir hayat için şiddete karşı çıkmayı başaralım.
Gücü olan herkesin kendisinden daha zayıf gördüğüne psikolojik ve fiziksel zulüm uygulamasına dur diyelim.
Kadınlara, çocuklara ve hayvanlara karşı uygulanan şiddete cesaretle direnelim.
Farklı biçim ve yöntemlerle durmadan kafalarımızı duvarlara vuran, bizi yerlerde sürükleyen, tehdit eden, sonra da bütün bunların “sevgiden” olduğunu söyleyerek bizimle alay eden ya da “sadece kolunu tutmuştum, pardon” diye riyakârlık yapan her türden “erkeklik ve iktidar sevdalıları”na karşı her yerde sesimizi yükseltelim.
Mesele Sıla’yı değil, kendi hayatımızı, şiddet ve baskısız yaşama hakkımızı savunmaktır.