HDP umut oldu.
Çok zorlu bir seçim kampanyasının ardından –belki de ancak 60’lı yılların TİP’iyle kıyaslanabilecek kadar önemli bir tarihi başarı olarak– HDP 80 milletvekiliyle Meclis’e girdi.
Rengârenk bir güç: İçinde Kürtler, Türkler ve öteki halkların temsilcileri var... Kadınlar ve gençler... Farklı sosyal ve kültürel gruplardan insanlar... İnanç yelpazesinin değişik kanatlarından unsurlar... Ve çeşitli siyasi örgütlerle hareketlerin bireyleri var...
Renklerin armonisi çok daha uzun anlatılabilir.
Biz kısaca üç harfle özetleyelim: HDP!
* * *
Yazımın ilk bölümünde de vurguladığım gibi, HDP gelecekle ilgili yapıcı, zeki, özenli ve dinamik bir çizgi belirler, son aylardaki tempoyla gelişmeye devam ederse, kısa süre içinde sahip olduğu potansiyeli katbekat güçlendirebilir.
Yalnızca Türkiye’de demokrasinin ve barışın kazanması açısından ciddi katkılar yapmakla kalmaz, aynı zamanda birkaç yıl sonra yapılacak seçimlerde iktidara gelebilecek bir siyasi alternatif haline gelebilir.
Bu bir umuttur, dilektir, ihtimaldir, iyi senaryodur.
Böyle olmaması, kötü senaryonun gerçekleşmesi ihtimali de vardır elbette.
Eğer HDP’de ve Kürt hareketi içinde bugüne kadar kat edilen mesafenin, bu arada 7 Haziran zaferinin doğru analizi yapılamazsa, Türkiye’nin gelişme dinamikleri ile HDP arasında ortaya çıkan son derece yeni ve tılsımlı bağlar isabetli kullanılamazsa, bugün ulaşılan aşamadan geri savrulmak da söz konusu olabilir.
Dünkü yazımda bazı kaygılarımı dile getirmeye çalışmıştım.
Ardından HDP ile “İmralı” ve “Kandil” arasındaki ilişkilerin bundan sonra nasıl gelişeceğinin de önemli olduğunu yazmıştım.
Özellikle de HDP’nin bir yandan “Türkiyelileşme” hedefinde ciddi bir aşama kaydettiği, diğer yandan da sık sık PKK ve Öcalan’dan bağımsız davranabilme yeteneğinin tartışmalı hale getirilmeye çalışıldığı çetrefilli ortamda...
* * *
Herhalde son ayların HDP açısından ne kadar zor geçtiğini en iyi parti yöneticileri anlatabilir. Bir yandan iktidarın türlü saldırıları ve baskıları, öte yandan “Erdoğan’la başkanlık rejimi için gizlice anlaştınız” ve “AKP’yi iktidara getireceksiniz” türü suçlamalar, bazı solcu Türk kesimlerinin durmadan ileri sürdüğü “haydi şunu da yap da sana güveneyim” türü talepler, din ile ilgili tuzaklar, bunlar da yetmedi kurşunlar, bombalar...
Büyük bir sabır ve enerjiyle, minimum yarayla bu tehlikeli yarıştan başarıyla çıkabildi HDP. Yüklü tecrübeler kazandı.
PKK ve KCK bu uzun maratonda hem silahtan hem de kışkırtıcı yorumlara malzeme verebilecek söylemlerden uzak durdu. Bu, sorumlu bir tutumdu.
Seçimlerin tamamlanmasının ardından hemen her gün PKK ve KCK yöneticilerinin açıklamaları ve yazıları gündemde.
Elbette normaldir, ülkenin siyasi sorunlarıyla ilgili görüşlerini paylaşmak haklarıdır.
Ne var ki kullandıkları söylemde HDP’ye, parti yönetimine ve bu partiye oy vermiş ya da sempati besleyen milyonlara karşı her zaman özenli ve doğru davranıldığını savunmak zor.
Bu açıklamalar devam ederse 7 Haziran’ın kazanımlarının hissedilir biçimde yıpranacağını düşünüyorum.
Birkaç örnek vereyim.
* * *
Seçimlerden hemen sonra Sırrı Süreyya Önder ve Selahattin Demirtaş “Bize emaneten oy vererek, HDP'nin Türkiye'de demokratik siyasetin önünü açmasını isteyenleri mahcup etmeyeceğiz" demişlerdi.
Buna PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu'dan bir itiraz geldi:
“Emanet oylar falan yoktur, HDP'liler de bunu yanlış değerlendiriyor. (...) Bazıları HDP'nin barajı aşması için oy vermiş olabilir. Bu emanet değildir.”
Daha sonraki günlerde başka açıklamalar yapıldı. Örneğin, PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan şöyle dedi:
“Ben filan kesle koalisyona girmem, türünden açıklama ve tutumlarda bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir. (...) HDP’nin yaklaşımlarının dar olduğunu da zaten bu açıdan belirttim.”
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık şu görüşü savunuyordu:
“Önder Apo baş müzakerecidir. (AKP ile - HA) Koalisyon böyle bir yaklaşım gösterirse elbette HDP içinde de yer alabilir, dıştan da destekleyebilir.”
Bu da PKK Merkez Komite üyesi Muzaffer Ayata’nın sözleri:
“HDP mevcut bu durumda AKP ile bir koalisyona girmez. Çok zor. Ancak hangi temelde olur? Eğer AKP barış sürecini sahiplenirse (...) HDP ile AKP koalisyonu tartışılabilir. Ya da (HDP - HA) AKP azınlık hükümetini dışardan destekleyebilir.”
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan ise şu ifadeleri seçiyordu:
“HDP mevcut güçleri yönetmeğe (koalisyona - HA) giremez. Girerse ‘düzen partisi’ olur. Çünkü Türkiye’de yasalar, Anayasa, sistem değişmedi.”
Kalkan, “Adil Bayram” mahlasıyla Özgür Gündem'de şöyle yazdı:
“HDP yönetiminin seçim sonrasında adeta pasif bir siyaset izlemesi elbette kabul edilemez. Hele hele bir AKP-CHP koalisyonunu işaret etmesi doğru ve kabul edilebilir değildir. Oysa seçim kampanyası sırasında HDP Türkiye’nin umudu haline gelmişti. (...) HDP bu gerçekleri tam okuyamadı ve kampanya sırasındaki etkinliğini yeterince sürdüremedi. Bu da demokratik siyasetin ülkemiz sorunlarına çözüm olma gücünü kullanmasını engelledi. Seçim sonrası hükümet kurma tartışmalarının doğru bir gündemle yürütülmesini gerçekleştirmedi.”
* * *
Görüldüğü gibi fikirler, öneriler, eleştiriler farklı farklı. Ben bu çeşitliliğe takılmıyorum. Üstelik bu yaklaşımların bir kısmı özü itibarıyla verimli tartışmalara da konu olabilecek türden.
Benim dikkat çekmek istediğim şey, yukarıda mümkün olduğunca kısa alıntılar yapmaya çalıştığım bu tür konuşma ve yazılarda zaman zaman HDP’ye yönelik buyurgan, “yukarıdan bakan”, “en doğrusu gösteren” bir üslubun kullanılması. Bazen düşüncelerin kamuoyuna açıklanmasında en ufak bir nezaketin bile (söz gelimi, “HDP açısından şöyledir, böyle olmalıdır” yerine “ben böyle düşünüyorum, bence, kanımca...” gibi basit yöntemler) gereksiz görülebilmesi.
HDP yöneticileri bundan nasıl etkileniyor, bilmiyorum. Ama “Türkiyeli bağımsız bir parti olarak” HDP’yi destekleyen (yalnızca oy veren değil, belki sadece HDP’ye doğru şimdilik birkaç “sempati adımı” atan) milyonlar açısından rahatsız edebilecek bir tarz olduğu ortada. Yeminli HDP karşıtlarının “Bakın işte, PKK seçim sonrasında HDP’ye nasıl ayar veriyor” çığlıklarına ise burada hiç girmeyeyim.
Dahası Karayılan, 2013'te savaşı askerî yöntemlerle kazanma yolunda kararlı hamleler yapmaya hazır olduklarından ve “önderliğe 'Savaş istiyoruz' diyememekten dolayı” hata ettikleri görüşünü de yine bugünlerde dile getirdi.
Bu sıradan bir pişmanlık ifadesi değil, HDP’nin seçim başarısıyla güçlenen barış tercihini, en hafif deyişle, pek desteklemeyen bir açıklama.
* * *
Bir başka gözlemimi daha ekleyeyim. Yanılıyorsam özür dilemeye ve düzeltmeye hazırım. Ama son iki hafta içinde PKK ve KCK yöneticilerinin yaptıkları açıklamalarda HDP’nin seçim başarısında Demirtaş’ın oynadığı özgün rol üzerine tek bir cümle göremedim.
Öcalan’ın rolü hemen her yerde vurgulanıyor. Bazıları HDP projesinin ve parti olarak seçimlere girilmesinin de onun görüşü olduğunu belirtiyor. Öyleyse bu takdir edilecek bir ileri görüşlülük.
Ben Demirtaş’la Öcalan’ı birbirinin karşısına koymaya ve kendince çatıştırmaya çalışanlardan değilim. Her ikisinin de farklı rol ve konumları olduğunu anlıyorum.
Ancak “HDP projesinin gerçekleşmesi”nin ve olağanüstü zor seçim yarışından böylesine bir başarıyla çıkılmasının en önemli faktörlerinden biri Demirtaş’tır. Onun liderlik yeteneği, zekası, samimiyeti, mizah anlayışı, cesareti ve mütevazılığıdır.
Ben iddia ediyorum ki, son dönemde HDP’ye oy versin veya vermesin, Türkiye’deki milyonlarca insan açısından iktidara korkusuzca meydan okumanın ve Türk-Kürt barışının tohumlarının atılması, en fazla Demirtaş’ın kitlelerde yarattığı sempati sayesinde mümkün olabilmiştir.
Bunları görmemek haksızlık olur. Liderler kolay ve sık yetişmiyor.
Diyeceğim o ki, PKK yöneticileri HDP’nin ve lideri Selahattin Demirtaş’ın önünü kesmemek için büyük özen göstermelidir. Bu herkesin çıkarınadır. Barış ve demokrasi isteyen herkesin.
* * *
Dünkü ve bugünkü yazımda “hariçten gazel okuma”nın ölçüsünü kaçırdığımı düşünenler olduğunu hissedebiliyorum.
Ancak yine de çok sıradan ve insani bir şeyi daha belirtmeden yazıyı tamamlamaya gönlüm elvermiyor.
PKK 1978'de kuruldu. O tarihte Selahattin Demirtaş 5 yaşındaydı.
Bugünkü liderlerinin çoğu o yıllardan beri mücadelenin ve örgütün başında. Kanın ve ateşin içinden geçtiler. Son derece büyük bir deneyime sahipler ve orta yaşın epeyce üzerindeler.
Ben biraz daha genç olmama karşın, bugün özgürlük mücadelesi veren gençlerle karşılaştığımda onlara 70’li yıllara dayanan birikimimin tepesinden baktığım ve bir parça “dünkü çocuklar” küçümsemesiyle yaklaştığım anlarda yakalıyorum kendimi. Tecrübenin iyi ve kötü yanının aynı anda göz kırptığını hissediyorum.
Ve 28 yıl yurtdışında yaşadığım için (ilk 7,5 yıl ülkeme hiç gidememiştim) Türkiye’nin sıcak gerçeklerine uzak kalmanın ne demek olduğunu iyi bilenlerdenim. Dil değişiyor, üslup değişiyor, kültür değişiyor, eskiden iyi bildiğinizi sandığınız her şey bambaşka bir hale geliyor. Elde eskiyen izlenimler ve anılarla geçmişin alışkanlıkları kalıyor.
Kim bilir belki bu kısaca değindiğim insani sorunlar, yurduna ancak barış egemen olduğunda dönebilecek binlerce PKK’li açısından da bir ölçüde geçerli olabilir.
Ama bu sorunlar insanı biraz yorsa da sonunda çözülebiliyor. Yeter ki barış olsun.
On yıllar boyunca en fazla ustalaştığın askerî yöntemlerin gün gelip de işe yaramaz olacağını düşünmek bile garip bir duygu olsa gerek. Bir taraftan kendini eskisi kadar gerekli ve önemli hissedemeyebileceğin kuşkusuyla karşı karşıya kalırsın. Diğer taraftan varsın bu duyguyla da savaştırsın hayat seni, yeter ki barış hüküm sürsün bu topraklarda...
Daha önemli bir şey olabilir mi!
@AksayHakan