24 Nisan 2016

Moskova'ya buruk bir merhaba

Bir Türkün 'Moskovalı' olması size çok mu garip geliyor?

Göğüslerinin ve bacaklarının önemli bölümünü açıkta bırakan giysileriyle her yana cinselliğin çekici enerjisini dağıtarak gizemli rüzgârlar gibi dikkatinize çarpıp sizi ürperten kadınlar geçiyor.

Yüzleri, özellikle gözleri bazen güzel...

Bazen de çok güzel.

Siz montunuzun ve kasketinizin altında, geldiğiniz diyarlardan en az 15 derece daha soğuk ve ara sıra yağmurlu havadan korunmaya çalışırken, bu kadınların iklimle ilgili hiçbir kaygılarının olmadığını sanıyorsunuz.

Belli ki daha birçok kaygıyı ustaca gizlemişler.

Geride tek bir şey kalmış:

Güzel ve cazip bir kadın olma isteği.

Bir kente istediğin kadar neon ışığı koy, yine de bu kadar aydınlatamazsın!

Her birini teker teker veya toptan selamlamak geliyor içimden:

Merhaba kızlar! Merhaba cümleten!..

*   *    *

"Merhaba Rusya."

Yıllar önce Rusya'yı birçok yönden anlatmaya çalıştığım bir kitap yazdım. Adı böyleydi.

Kitap çıktığında uzun süredir Rusya'da yaşadığımı bilen bazı tanıdıklar dalga geçmişti:

"Hakan Bey, sizin artık Rusya'ya elveda demeniz gerekirken hâlâ daha merhaba diyorsunuz!.."

Bu anı, birkaç günlüğüne geldiğim Moskova'nın sokaklarında gezerken az önce aklıma düştü.

Kime ve neye ne zaman merhaba, ne zaman elveda denmesi gerektiğini bilmek, önemli bir beceri olmalı.

Buraya son gelişlerimde nedense kente ve ülkeye ağız dolusu bir merhaba diyemiyorum.

Demeye çalışsam da içimden geçen duygular "elveda"yı çağrıştırıyor sanki.

Hep son gelişimmiş gibi...

Hep kapanan bir kapıyı zorluyormuşum gibi...

Hep burada bir yerim kalmamış gibi bir his var içimde.

Oysa ben büyük ölçüde buralıyım.

İstanbul'dan ve İzmir'den daha iyi bilirim Moskova'yı.

Ve Rusları Türklerden daha iyi tanırım.

En çok burada yaşadım çünkü.

Öğrencilik yıllarımın geçtiği Leningrad (Petersburg) kadar çok sevmesem de, en çok "buralıyım" ben.

*   *    *

Size garip mi geliyor bu?

Bir Türkün "Moskovalı" olması...

Garipsemeyin...

Biliyorum, Türkiye'de insanların en sık başvurduğu tanışma yöntemi hep aynı sorudan başlar:

"Nerelisin?"

Bunu her duyduğumda verilecek cevaba göre hemen ikinci bir fütursuz sorunun şarjöre sürüldüğünü hissederim:

"İçinden mi?"

İlla bir bölge, şehir, yöre, din, mezhep türünden aidiyetler gerekir Türkiye'de insanlara; ancak öyle yaklaşırlar (veya uzaklaşırlar):

"Ben de oradanım / eşim de oralı / bacanak oradan / askerliğim orada geçti / oraların portakalı gibi yoktur..."

*   *    *

Sahi, ben nereliyim?

Doğduğum yere çok uzağım artık... Anamın ve babamın doğum yerleri de pek bir şey söylemiyor bana... İlk gençlik yıllarımın kenti... Sonra üniversite dönemimin mekânı... Hayatta yarım yüzyılı devirdikten sonra seçtiğim kıyı... Ama Moskova...

Moskova hepsinden fazla. Tek başına 20 yıllık bir cüssesi var geçmişimde.

Ve şimdi Moskova'ya kısa süreli gelişlerimde, dudaklarımdaki "merhaba"nın önü, arkası, sağı, solu hep hüzün dolu...

"Elveda"ya benzer bir hüzün bu...

Belki yanılıyorumdur.

Belki "duygusallık"tandır. (Ben "duygusal" olmayan insan tanımıyorum gerçi...)

Kötümserliktir benimkisi belki.

Ama Rus uçağının düşürülmesinden sonra geçen beş ayda burada yaptığım hemen tüm görüşmelerden aynı sonuç çıkıyor:

"Durum kötü... Düzelme işareti yok... Her şey iki kişiye (VVP ve RTE) bağlı... Onlar başta olduğu ve böyle davrandığı sürece geçmişteki işbirliği düzeyine asla dönülmez... İlişkilerin eski haline gelmesi imkânsız değilse bile ON YILLAR alabilir..."

Bana bunları diyenler arasında Rusya'nın tanınmış veya tanınmamış pek çok etkili insanı var.

Gidiş, ilkin iki devletin, ardından da iki ülkenin ve elbette - kaçınılmaz olarak - iki halkın birbirinden uzaklaşması yönünde.

*   *    *

Birkaç saat önce iki görüşme arasındaki boşluktan yararlanarak sinemaya gittim ve bir Rus filmi izledim.

Bunu her gelişimde yapıyorum.

Bir de kendimi iyi hissettiğim bazı ortamlarda bulunmaya çalışıyorum.

Bunlardan biri, bizimkilerin pek bilmediği o "yeraltı restoranı."

Önceki akşam bir arkadaşımla oraya gittik.

Baktım, şef garsonlardan biri yine aynı teyze. Belki 15-20 yıldır orada.

Yanına gittim ve onu görmekten duyduğum mutluluğu dile getirdim.

Beni hatırladı mı bilmiyorum. Büyük ihtimalle hatırlamış gibi yaptı. Gülerek elimi sıktı.

Bense yakından bakınca onun ne kadar yaşlandığını görerek bir kez daha korktum.

Aslında duyduğum mutluluk hissi, onun hâlâ yaşıyor olmasındandı.

90'lı yılların başında bir arkadaşımla burada komünistlerin muhalefetine rağmen açılan ilk McDonalds'a sık sık gider, çıkışta da Puşkin Meydanı'nda kızlarla tanışırdık.

Yanımıza bir kadın gelir, bize çiçek satmaya çalışırdı.

Giderek o meydana daha seyrek uğrar olduk.

Ama çiçekçi kadın hep oradaydı.

2000'lerin başında saçları iyice ağarmıştı.

Sonra onu göremez oldum. Kaygılandım. Üzüldüm.

Puşkin Meydanı önemli bir rengini kaybetmişti benim için.

Her şeyin kaderinde bu var işte: Bir gün yok olmak...

*   *    *

Ben tam bu karanlık düşüncelerin altında iyice büzülmüşken, önümden kendi yelinde dalgalanarak her şeye meydan okuyan sarı saçlar süzülüyor.

Birbirinden güzel dört genç kız.

En uzağımda kalan benim çapkın olarak nitelemeye karar verdiğim bir gülücük yolluyor bana.

Ne umutsuzluk kalıyor bende, ne Türk-Rus krizi, ne de hayatın ölümlü olması...

Erkek ruhunun bir uçtan öteki uca sıçraması için çok fazla şey gerekmiyor.

Aklıma Rusya'nın en popüler rejisör ve aktörlerinden Nikita Mihalkov'la tanışmam geliyor.

Rusya, hasta Yeltsin ile komünist Zyuganov arasında geçen şaibeli 1996 başkanlık seçimi öncesinde "yeni bir lider çıkabilir mi?" sorusuyla çalkalanıyor.

Tam o sıralarda film stüdyosunda tanıştığım Mihalkov'a soruyorum:

"Medya, başkan adayları arasında sizin adınızı da öne çıkarıyor. Var mı böyle bir niyetiniz?"

Birkaç saniyelik artistik suskunluk sonrasında stüdyonun merkezine işaret ediyor. Orada bir sürü güzel kadın kendi arasında şakalaşıyor.

"Benim yerimde sen olsan, başkan olacağım diye dört yıl bu tutkudan vazgeçebilir misin?"

Hastalıklı erkekler (yani neredeyse tüm erkekler) açısından seks ve "iktidar" arasındaki bağlantıyla ilgili görüşümü paylaşacak kadar densiz değilim. Sadece "bu sahnede" sorunun benim, cevabın onun payına düştüğünü söylüyorum.

Bugün bir Rus gazeteci arkadaşımdan, Mihalkov'un yakında siyasete girebileceği ihtimalini duydum.

Güldüm sinsi sinsi.

Ee, yıllar acımasız tabii...

Birdenbire az önce önümden geçen dördüncü kızı hatırladım.

Bana fırlattığı bakış gerçekten de çapkın mıydı, yoksaaa?..

Çapkındı çapkındı canım; her şeyden kuşkulanmanın ne âlemi var şimdi!..

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"