Umurumda değil şu anda hiç kimse, hiçbir şey...
Önemli bir randevum var.
Kendimle.
Hatta kendimle bile değil tam olarak.
Çocukluğumla.
Aradan asırlar geçti. Ve bugün doğduğum yere gidiyorum.
İçimde bir sevinç... İçimde bir hüzün... Duygularım kıpır kıpır...
Adana'dan yola çıkalı epey oldu; işte İmamoğlu'nu da geçtik; yakında Kozan görünür ufukta.
* * *
Ne arıyorum burada?
Bir koku belki... Bir tat... Bir ses... Bir hayal...
Tam olarak bilmediğimi bulmam mümkün mü?
Zaten ben de bulmaya değil, sadece aramaya gidiyorum.
Ararken de ruhumun üzerinde taşıdığım bu yaşlı adamı, artık neredeyse unuttuğu bir çocukla tanıştırmaya çalışacağım.
Aklımda Bruce Willis'in en güzel filmlerinden biri: The Kid (İçimdeki Çocuk). Adam çocukluğunu gördüğünde tanıyamaz ilkin. Kabullenmek istemez. Ardından merak eder. Önce çocuğu... Sonra kendini...
* * *
İşte bizim sokağımız!
Bu kadar küçük müydü eskiden de? Yoksa geçen zamanla yaşlanıp kısaldı mı?
Evimiz! Evim!..
Ben doğduğum ve ilk on bir yılımı geçirdikten sonra terk ettiğim eve büyülenmiş gibi bakarken ev sahibimizin oğlu çıkıyor ortaya.
Sarılıyoruz. Oysa erkeklerin değil sarılması, öpüşme ve "kafa tokuşturma" gibi yakınlaşma girişimleri bile huylandırır genellikle beni. Ama şimdi bu pek de iyi tanımadığım adama sarılıyorum.
Kucaklamak istediğim o değil, biliyorum.
Bir çocuğu arıyorum. Uzaklarda kalmış bir sıcaklığı...
* * *
Rica etmekten utandığım şeyi ev sahipleri teklif ediyor. Ve kısa ama heyecanlı bir gezinti için evin ikinci katının kapıları açılıyor.
Merdiven... Balkon... Salon... Odalar... Mutfak... Her yerde bir çok anım var...
Boş balkonu anında çiçek saksılarıyla dolduruyorum. Salona kanarya kafeslerini asıyorum. Annemin kabul gününde kadınların bacaklarının arasında oyun oynuyorum. Babam işten yorgun dönmüş, yatak odasında kestiriyor. Benim odada sobayı yakmışız, üstünde de kestaneler. Radyoda "Arkası Yarın" dinliyoruz: Mezarından Kalkan Şehit... Bütün aile birlikteyiz. Galiba herkes seviyor birbirini...
Benim odanın penceresi okuluma bakıyor. Okuldan kaçsam "camdan görünmemek" için yerlerde sürünüyorum.
* * *
Cama yapışıp kaldım yine sabah sabah.
Evden çıkıp okula gitmeliyim artık. Yakında zil çalacak.
Ama yolun başından bir türlü görünmüyor o güzel kız.
Nihayet hoplaya zıplaya beliriyor ilerden.
Ben telaşla merdivenlerden inip bahçeyi koşarak geçiyorum.
Ve "tesadüfen" tam onun önüne çıktığımda nefesimi sakinleştirmekte güçlük çekiyorum.
Yine alaycı bakıyor bana gözünün ucuyla.
Bir kadın tarafından küçümsenmenin, bazen oyunun en riskli ve önemli kısmı olduğunu, bu partiyi kazandığında kadının çok değişebileceğini bilmiyorum daha o zamanlar.
Moralim bozuluyor.
* * *
Okula giriyorum. Ön bahçe. Gezip oynamak için. Arka bahçe. "Hesaplaşmak" için. Aniden çelme takmak yok! Arkadan saldırmak yok! Bir çocuğa birden fazlasının girişmesi yok!
Okulun girişindeyim. "Türküm, doğruyum, çalışkanım"... Ve Atatürk'ün yanından koridorun soluna dönüp ikinci kata çıkıyorum.
Sınıfımız... Nerede otururdum ben? Cam kenarında mı? Oradan evimizi, annemi görebilir miydim?
Dersimiz ne? Müzik olsun istiyorum. Ve bizden 20 yaş büyük, ama kısacık boylu sarışın öğretmenimiz girsin sınıftan içeri. Fakat sırf onu daha sık görebilmek için katıldığım koroda bir an hayal alemine daldığım için (ki hayalim de ondan başkası değildi) beni azarlamasın herkesin içinde.
Ya da...
Azarlasın. Azarlasın ki, ben o yaşta öğrenebileyim aşkla nefret arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu.
Yaşıyor mudur acaba? Karşılık veremesen de hiçbir aşkı böyle acımasızca reddetmemek gerektiğini öğrenmiş midir? Kim bilir, belki bir gün tümüyle aşksız, yapayalnız ve kupkuru kalırsın; o zaman işine yarar belki eski ve küçük aşklar...
* * *
Okul müdürüyle ve yardımcılarıyla tanışıyoruz. Eskilerden ve bugünden konuşuyoruz.
Evet evet, mutlaka bir "mezunlar toplantısı" düzenlememiz gerek! Ve bir dergi çıkarmalıyız! Arkadaşlarımızı bulmalıyız!
Eski sevgilileri yıllar sonra bulma denemesi ile aram iyi değil çoktandır. Bazı anıları rahat bırakmak gerektiğini zor da olsa anlayabildim.
Ama arkadaşlar... Onları ararken riske girmek daha kolay ve daha cazip geliyor bana.
Leningrad Üniversitesi'den sınıf arkadaşları her beş yılda bir toplanırız. Kültür Koleji'nden arkadaşlarla daha dar bir grup da olsa daha sık.
Ne iyi olur şimdi Kozan da girse bu nostalji çemberine!
Arkadaşlarım arasında, bu tür buluşmalara tepeden bakarak "asla geçmişe geri dönülemeyeceğini" tekrarlayıp duran akıllı papağanlara kulak asmıyorum.
Sohbet koyulaşıyor. Beni rahatsız eden bir şey olduğunu hissediyorum. Oysa her şey o kadar güzel ki...
Ah, evet, anladım şimdi. Müdür yardımcılarından biri bana durmadan "Hakan Bey" deyip duruyor. Az önce de "Hakan Abi" dedi.
Ne "bey"i, ne "abi"si!
Bana adımla hitap etse, hatta "oğlum", "çocuğum" dese daha çok mutlu olacağım.
Zorlamasa soğuk gerçeklerle "zaman tüneli"min çarklarını...
Sokağımızın adının değiştirilmiş olmasına da gücendim zaten...
* * *
Yolcu yolunda gerek.
Son bir kez bakmak istiyorum okuluma, evime. Bir kez daha. Ve bir daha...
Ne zaman gelirim bir daha buralara? Gelebilir miyim?..
Gelirim elbette! Sınıf arkadaşlarımızı bulmaya karar verdik ya, ne çabuk unuttum!
Bir grup ihtiyar bir araya gelip "çocuklaşacağız".
Geçmişe uzanabilmek için.
Hani, şairin "Eskidendi, çok eskiden" dediği günlere:
"Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden."
* * *
Oradan ayrılırken şimdi üzerinde apartmanlar ve işyerleri olan koca bir arsaya bakıyorum.
Kaç para eder bunların hepsi acaba?
Küstahça üzerine kuruldukları gelincik tarlasındaki anılarımdan daha mı değerlidirler?
Ben hiçbir binanın bir gelincikten daha değerli olduğunu görmedim bugüne kadar.
@AksayHakan