Şimdi yazmaya başladığım bu yazıyı bitirdiğimde dünyada kaç kişi ölmüş olur acaba?
Eceliyle ölenleri bir kenara koyalım. Kazayla gidenleri de... Cinayetleri bir yana işaretleyelim. Öteki yana da çatışma ve savaş kurbanlarını…
Çinlilerin bir atasözü var: "Düşmanını öldürmek için uğraşacağına biraz sabret, o zaten ölecek."
Ama hayır, olmaz, beklersen "işin tadı kaçar"; illaki biz almalıyız o canı.
Düşman gördüğümüz kişi az sonra kendiliğinden ölecek olsa da, biz sanki Azrail'i geride bıraktığımız duygusunu tadarak onu "bizzat" öldürürsek, bu durum hayatımıza farklı bir anlam katıyor.
Garip, değil mi? Ölüm, hayata anlam katıyor…
Evren ve insanlık milyarlarca yılı geride bıraktı. Öyle akıllandık ki, küçücük düğmelere basarak hayatımızın kalitesini anında arttırabiliyoruz. Bir başka düğme ya da tetik ile de hayata nokta koyabiliyoruz.
Olağanüstü bir akıl bu! Bravo! Braaavooooo!..
* * *
Leningrad Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi 1987 mezunları olarak beş yılda bir toplanıyoruz. İki eli kanda olsa (yazdığım anda iğrendim şimdi bu kanlı deyimden) bu "tarihi buluşma"ya gelenlerin sayısı en az 30-35 kişi oluyor. Harika bir gelenek!
Bu yıl buluşmamız gerekiyordu. Ama olmadı. İptal ettik buluşmayı. Üstelik bu konudaki Vkontakte (vk.com) sohbetimizde iptal yolunda ilk fikir beyan edenlerden biri ben oldum. Ne yazık ki...
Neden mi? Çünkü sınıfımız ikiye bölündü: Bazıları Ukrayna Savaşı'nı destekliyor, ötekiler ise karşı çıkıyor. Ve bir araya gelmek şöyle dursun, sosyal medyada bile 40 yıllık arkadaşlar arasında öyle tartışmalar çıkıyor ki, bu gürültüde gençliğimizin bütün tatlı anıları berhava oluyor.
Rusya'daki anketlere bakılırsa halkın yüzde 70'i savaşı destekliyor gibi. Haydi bunun bir kısmı "propaganda numarası" desek bile, sanırım yüzde 50'den fazlası koşulsuz lider Putin'in arkasında.
O lider ki, 24 Şubat'ta "savaş" dedi ve kitlesel destek aldı; yarın "barış" deyip altını birkaç milliyetçi cümle ile doldursa yine en az aynı desteği alır.
* * *
Vaktiyle Avrupalı bir arkadaşımın dediği şey aklıma geliyor:
"Sizler Rusya'da, Türkiye'de, Orta Doğu'da ölümü ne kadar seviyorsunuz. Sağcınız da solcunuz da vatan için, toplum için deyip ölmeyi ve öldürmeyi kutsuyor. Bizde ise aslolan hayattır. Niye kendimi, çocuklarımı feda edeyim ki, yazık değil mi!"
Cenazeler geçiyor gözlerimin önünde. Tabutlarda binlerce, on binlerce genç… Seçemiyorum tabutların üzerindeki bayrakları; bizimki mi, Rus mu, bir başka "kutsal ölüm" ülkesininki mi…
Çinlilerin atasözüne dönecek olursak, sadece düşman gördüklerimiz değil, hepimiz öleceğiz. Şunun şurasında yaşayacağımız bilemedin 75-80 yıl…
Savaş da ne? Durmadan zor, şiddet, bağır çağır tehdit ve hakaretler de ne? Sonuçta bağıranın da kum saati boşalıyor, onu alkışlayanın da.
Madem toplumu yönetmek için çıktın ortaya, madem kendini çok akıllı sayıyorsun, o halde sorunları barış ve uzlaşma yoluyla çözmek için yap elinden geleni. Daha önemlisi, sorunları, daha krize dönüşmeden gör ve hallet. Senin işin bu.
Ya bizler? Sıradan insanlar? İyi yurttaşlar? Biz neden durduramayız savaşları ve ölümleri? Hatta neden direkt veya dolaylı destekleriz?
75-80 yıllık ömrümüzden geriye kalanı, vicdanımızın suskun kaldığı kokuşmuş karanlıklarda tamamlayabilmek için mi?
Yazıyı bitiriyorum. Ben yazdığım sürece dünyada kaç kişi öldü acaba? Kaç kişi cinayete kurban gitti? Kaç kişi birilerinin "kutsal" ilan ettiği savaşlarda can verdi?
Çerezden nefret ettirdiniz
Eskiden çerez kelimesi kulağıma hoş gelirdi. Yani çerez, kuruyemiş gibi bir şey olduğu zamanlar…
Ya da cookies diyelim (kurabiyeler veya dileyen damak zevkine göre, kuru pasta, bisküvi falan da diyebilir). Hiçbiri iç açıcı gelmiyor doğrusu. Bu "yiyecek" adlı ricaların nazik üslubu da bana pek demokratik gibi görünmüyor.
Tersine. Her adımda enseme soluyan birer müdahale, hatta taciz olarak algılıyorum bu ısrarı… Yeni bir siteye girmeye gelmiyor ve hooop, "çerez politikamız", "onaylayın", "izin verin" dayatmaları…
Zaten açtığın her sitenin sana "bildirimler gönderme" yolundaki yapışkan ısrarı yetmiyormuş gibi…
Haydi şimdi bu "cahil protestomu" bilimsel yöntemle reddetmeyi denesin işin erbabı! Ve o sırada "çerezlerin amacı, kişisel verilerinizi ve kullanım alışkanlıklarınızı depolayıp hafızaya atarak bir sonraki girişinizde size buna yönelik bir algoritma sunmaktır" gibi "makul" tanımlamalarla çenemizi kapatmamızı denesinler!
Tabii bu arada şu "izleme çerezleri" veya "reklam amaçlı çerezler" konusunda daha zeki cümleler duymaya ihtiyacımız var.
Ya da… Belki de şu "cookie blocker" denilen şeyi bir an önce öğrenip uygulamakta yarar olabilir.
|
Kaptan Kirk, Mr. Spock ve Uzay Yolu nostaljisi
Bugün Uzay Yolu'nun (Star Trek) doğum günü. Bu diziyi hemen hepimiz biliriz herhalde.
Biliyorum, bu isimle sayısız film, dizi, kitap vs. çıktı. Ama 70'lerde Türkiye'de televizyonun ilk yıllarını hatırlayanlar için Uzay Yolu, Kaptan Kirk'lü (William Shatner), Mr. Spock'lı (Leonard Nimoy), Doktor McCoy'lu (DeForest Kelley) Atılgan Gemisi'nin sayısız macerası demektir.
Harika bir diziydi. İlk aylarda seyircilerin ilgisini kazanamadığı ve "pek tutmadığı" söylense de, sanırım bilim kurgu açısından gerçek bir milattı.
Cep telefonunu, plazma ekranı, tablet PC'yi, sensörle çalışan birçok aracı ilk kez orada görmüşlüğümüz var. Gaza bastı mı Atılgan Gemisi'nin ışık hızını geçebileceğine de ikna olduk sayılır. Gerçekleşmeyen bir tek "ışınlanma" kaldı sanırım.
60'ların başlarında tasarlanıp ilk bölümü 8 Eylül 1966'da yayına giren Uzay Yolu, bize 1972'de gelmişti. Zeki ve çapkın Kirk, her şeye "mantıklı-mantıksız" süzgecinden bakan Vulkanlı Spock, onunla sık sık didişen McCoy ve diğerlerinin yalnızca hafızamda değil kalbimde de yer etmiş olduğunu son zamanlarda Netflix'te bu diziyi bulup da ara sıra izlemeye başladığımda daha iyi anladım.
Geçenlerde Atılgan mürettebatından Teğmen Uhura (Nichelle Nichols) ölmüş, toprağı bol olsun. 89 yaşında ölen kadının ilginç bir vasiyeti varmış; küllerinin uzaya dökülmesi. Tabii artık uzaya gidip gelivermek kolay bir iş olduğu için bu vasiyetin yakında gerçekleştirileceği, hatta Uhura'nın yanı sıra Başmühendis Scotty (James Doohan) ve diziden iki kişinin daha "küllerinin uzayın derinliklerine gönderileceği" bildirilmiş (acaba orada bir temizlik veya ekoloji sorunu olmuyor mu diye düşündüm doğrusu).
Baktım, ekipten kim sağ kalmış diye. Karşıma hemen 91 yaşındaki Kaptan Kirk çıktı. Geçen Ekim ayında onu 106 km kadar "yukarda" 10 dakika gezdirip "uzaya çıkan en yaşlı insan" ilan etmişler. Tanrı veya "gezegenlerin iradesi", her neyse, ona uzun ömür ve sağlık bahşetsin. (Kirk'ü seslendiren Oytun Şanal'ı dört yıl önce kaybetmiştik. On yıllar sonra diziyi yeniden izlerken onun bazen kelimelerin telaffuzunda ve nefesini ayarlamakta zorluk çektiğini fark ettim. Kendisi daha sonra Dallas dizisinde J.R. Ewing'i seslendirmeye terfi etmişti.)
Rastgele izlediğim Uzay Yolu bölümlerinden birinde, Atılgan geçmişe gidiyor ve oradaki "ilkel insansılar"a "21. Yüzyıl'da kesinlikle zulüm olmayacak" deniyor.
Demek ki gelecekle ilgili bu tür pembe umutlar, sadece koca "bilimsel komünizm" kitabını aynı yıllarda deviren bizim gibilere özgü değildi, diyerek gülümsedim.
Biraz daha baktım, bir yerde diziyi yaratanların 300 yıl sonrasını öngörmeye çalıştıkları yazıyordu. Yani 2260'lı yıllarını…
İnsanlar (ulus, ırk, renk ayrımı olmadan, tek bir bütün olarak!), "Birleşik Gezegenler Federasyonu" adı altında diğer uzaylılar ile birlikte yüzlerce gezegene yayılan bir "uzay uygarlığı" kurmaya çalışıyordu.
Ve her ne kadar "ışınlandıkları" gezegenlerde ellerinde "fazerler" (duruma göre bayıltmaya veya öldürmeye ayarlı silahlar) olsa da, Kaptan Kirk sık sık misyonlarının "barış ve iş birliği" olduğunu söylüyordu.
Hey gidi geleceğimiz! Hey gidi geçmişimiz!
Hey Scotty, derhal bizi Erdoğan'ın, Putin'in, Biden'ın ve Trump'ın olmadığı bir geleceğe ışınla!
Popüler bilim kurgu dizisi Uzay Yolu'nun ilk bölümü bundan tam 56 yıl önce gösterime girmişti.
Hakan Aksay kimdir?
Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.
Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.
Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da ‘3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.
2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.
|