Biliyordum yüzüme bir tokat gibi ineceğini… Yüreğimi sıkıştıracağını tahmin ediyordum… Beni sarsıp kendi tutarlılığımdan kuşkulandıracağını hissediyordum… Onun için durmadan erteledim seni yazmayı…
Haftalardır duyduğum, okuduğum öykünün en önemli bölümlerini biriktirmiş, ama baştan sona incelememiştim.
Dün seninle ilgili Türkçe ve Rusça ne varsa okuyup izlerken zorlandım, ama inat edip gözyaşlarımı dökmedim; tuttum, sakladım onları; yazıya oturduğumda önce gözlerimi kapatıp o damlalardan bebekler yarattım; yüzleri, gözleri, ağızları, burunları, saçları, tenleri birbirinden farklı onlarca küçük çocuk; sonra bütün yetişkin insanları çağırarak onlara ikram ettim bebekleri:
- Alın, size her biri ayrı milletlerden bir sürü bebek! Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rus, Fransız, Alman, İngiliz… Şimdi varın siz karar verin; bu çocuklardan hangisi üstün ırktan, hangisi en saygıdeğer ulustan, hangisi ikinci sınıf mill(iy)etten, hangisinin ataları nereden ve ne zaman gelmiş bu topraklara, hangileri bu vatanın en halis sahibi, hangileri “dağdan inme” veya “sığıntı”? Hangisi dinen bize yakın, hangisi uzak? Hangi bebek daha iyi, hangisi daha kötü? Bakın, bu gözyaşı berraklığındaki bebeklere ve karar verin!..
* * *
Rus televizyonundaki programda uzun uzun baktım sana, Gülsüm Kabadayı, daha doğrusu “Gülsüm Ana”: Başının örtüsünden şalvarına kadar buram buram Anadolu toprağı kokan halinle, belli ki epeyce utanıp çekinerek yabancı bir ülkedeki popüler bir kanalda pek çok insanın karşısına çıkarken kim bilir neler geçiyordu aklından…
Ama sen heyecanını ve utancını dile getirmeye bile fırsat bulamadın; birdenbire stüdyodaki onlarca Rus ayağa kalkarak (programda ayağa kalkma geleneği yoktu) seni alkışlamaya başladı ve dakikalarca alkışladı. Sen kulağına hücum eden alkış seslerinin gürültüsüne alışırken onların gözyaşlarını fark ettin. İlk defa gittiğin yabancı diyarlarda, daha yeni gördüğün insanlar seni alkış ve gözyaşıyla selamlarken, “utanma” hakkını içten bir şiddetle senden alıp tüm ağırlığıyla üstlenmeye çalışıyorlardı aslında.
Ben de utandım, Gülsüm Ana. Her şeyden önce, senin kadar güçlü, senin kadar cesur, senin kadar sahici bir insan olmadığımı anlayarak utandım.
Bir de… Nasıl söylesem… Belki eskiden bir yerlerde karşılaşmışızdır seninle… Ben bilmeden bir saygısızlık etmişimdir belki sana, ya da küçümsemişimdir seni bir biçimde. Haline tavrına, konuşmandaki yerel aksana veya ne bileyim, mesela terinin kokusuna takılıp şu ya da bu biçimde pervasızca aşağılamaya yeltenmişimdir seni, sessizce bile olsa. Seni “cahil halk” yaparak omuzlarının üzerinde “aydın ve akıllı” bir poz vermeyi denemişimdir belki, aç ve kompleksli egomu yemlemek için… Eğer öyle bir şey olduysa bir tarihte, ne olur affet beni bugün, burada!..
Sen benim ve başkalarının kılık kıyafetine, konuşma tarzına, okuduğu kitaplara, bildiği dillere, sahip olduğu diplomalara, kartvizitlere ve mala mülke falan hiç bakma!
Senin yaptığını hiçbirimiz yapamazdık!.. Tek bir kahramanlık hamlesi bile zor geliyor çoğumuza; bir de aynı kahramanlığı dört yılı aşkın süre her gün sürdürebilmek imkânsız bizim için…
* * *
Kolay hayat yaşayanlara özgü değil senin yüz hatların ve mimiklerin. Zaten anlattın da biraz; babanı beş yaşında trafik kazasında kaybettikten sonra amcanla evlenen annen tarafından terk edildin. Anneannen yetiştirdi seni ve sen yıllar önce “Gerçek anne, çocuğu doğuran değil, yetiştirendir” derken, gün gelip de bu sözü (yine bir trafik kazası sonrasında) başka türlü sahipleneceğini bilmiyordun. Evlendin, üç çocuk sahibi oldun, eşinin kazancı da iyiydi… Bir gün her şey bozuldu: önce işler, para durumu, sonra aile huzuru. Boşandın. Ama düşman olmadın eski eşinle. Bir gün hastaneye düşen görümcene bakarken, Antalya’nın Aksu ilçesinde 30 Ağustos 2008’de geçirdiği trafik kazası sonucu ölmek üzere olan bir genç gördün. Ve sarsıldın…
Kim olduğu bile bilinmeyen, 18 yaşında olabileceği tahmin edilen bu gencin yaşatılması bir mucizeydi. Sen bu mucizeyi izlerken kendi çocuğun gibi sevdin onu, yardım etmeye çalıştın. Oysa o, birçok fiziksel özelliğiyle birlikte hafızasını ve geçmişini kaybetmiş, topu topu 30 kiloya düşmüş felçli bir insandı ve sana hiçbir açıdan cevap veremezdi. Gerekli izinleri toplayarak onu evine aldın. Adını Umut koyarak kimlik çıkardın. Kendinden yaşça küçük olan üç kardeşine ağabey değil, her zaman bakıma muhtaç “küçük kardeş” oldu Umut. Çocuklar da onun giydirilmesinden tıraş edilmesine kadar bir dizi konuda yardım ettiler. Ama asıl yük sendeydi; her şeyi yapan ve idare eden sendin. Umut’u bir bebeğe mama verir gibi besleyen ve günde 15-20 kez altını temizleyen de sendin. Bir de eski eşin Zekeriya Bey, her gün sabah-akşam iki saat Umut’a masaj yapma büyüklüğünü gösterdi. Umut anlamaya, konuşmaya değil belki, ama en azından oturmaya başladı.
Ve benim nedense “-di”li geçmiş zaman kullandığım bütün her şey, bugün de sürüyor hâlâ. Ama bir farkla: Bir vakitler Türk medyasında çıkan birkaç haberi saymazsak, asıl son haftalarda Umut’un bilinemezlerle dolu öyküsü ve senin eşsiz kahramanlığın gündeme düştü; baştan (az önce sözünü ettiğim programla) bütün Rusya’ya yayıldı ünün, sonra da oradan Türkiye’ye yankılandı, biz de seni yakından tanıma ve anlama fırsatı bulduk.
* * *
“Tanıma ve anlama” mı dedim? İnanma sen! Kolay mı insanları ırkına, dinine, milliyetine göre tasnif eden ve başka dillerde konuşulup şarkı söylenmesine bile kolay kolay rıza göstermeyen milyonların arasında yaşarken bir gün “ne idüğü belirsiz” bir genci bağrına basarak evlat edinen birini tanıyıp anlamak?
Sahi, nereden buldun sen bu gücü?
Nasıl bir insansın sen, Gülsüm Ana?
Bu ne cesaret!..
Bu ne sevgi!..
Nasıl öğrendin sen bu kadar insan olmayı, böylesine sevmeyi, bu kadar fedakâr olmayı?
Affet beni, ama gazetecilere konuşurken içtenlikle telaffuz ettiğin ahlaki anlayışının, dini inanç ve duygularının, “devletim, halkım ve Türk anaları sayesinde” diyerek büyük bir mütevazılıkla açıklamaya çalıştığın gücünün kaynaklarının nasıl olup da seni bu kadar yüceltebildiğini kavramaya benim aklım ve duygularım yetmiyor…
Yüce, evet, sen yüce bir kadınsın bence. Kutsal bir insansın. Hayatının ve kişiliğinin başka hiçbir yanı ilgilendirmiyor beni şu anda. Sen ameliyatların, ilaçların, yiyecek ve içeceklerin asla veremeyeceği kadar etkili bir şeyle yaşattın Umut’u: Sevginle… Şefkatinle… İnsanlığınla…
Uzun zaman sonra “iyi insan” kavramını hatırlattın herkese. “İyilik” ve “sevgi” kelimelerinin gerçek anlamına yönelttin bizi.
* * *
Bütün öteki konular daha sonra geliyor bence. Umut aslında Rus mu? Yıllar önce oğlunu kaybeden birçok Rus anne bugün ona kavuşmak için mi, yoksa medyatik olmak amacıyla mı ortaya çıkıyor? Gerçek anne bulunursa sen DNA testleri sonucu Umud’unu “mecburen” nasıl vereceksin ona? 2008’deki korkunç kazada ölmeyen genç, ikinci bir mucize sonucu iyileşir mi? İyileşir de sana sarılır mı? Gider de seni unutur mu? Yıllar sonra bir gün kendisine senin söylediğin Türkçe ninnileri hatırlar da iç çeker mi?..
Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bilmiyorum…
Ama sana teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Bir şey daha. Türk-Rus ilişkileri diye bir şeyler var ya… Hani liderlerin, bakanların, milletvekillerinin, politikacıların, işadamlarının, aydınların yaptıkları, söyledikleri… Ve atılan imzalar… Ve mikrofonlarla kameralara yaslanılarak gururla ilan edilen kararlar… Ve bu arada benim neredeyse tüm hayatım boyunca yazıp çizdiklerim, konuştuklarım…
Hikâye bütün bunlar, hikâye!
Senin bu sıradan kahramanlığın, tek başına çok daha fazla katkı yaptı Türk-Rus ilişkilerine.
Ve o gün stüdyoda onlarca insan seni ayakta alkışlayıp ağlarken, ekran başındaki milyonlar da onlara eşlik etti.
Sen de ağlamaya başladın sahnede.
Gözyaşları herkesi birleştirdi.
Biliyor musun, Gülsüm Ana, ben yıllar önce bütün insanların mutluluğunu savunurken, onların “hep birlikte ve tek bir lisanda” gülecekleri anı düşlerdim…
Şimdi bakıyorum da, galiba insanlar, ağlarken daha çok insan olup birbirine yaklaşabiliyor.