Elimdeki gazetede ilgimi çeken bir yazı var. Sıkılmayacağınızı umarak uzunca bir bölümünü sizinle paylaşmak istiyorum.
“İktidar aldı başını gidiyor. Demokrasi adına sadece seçim gününü önemsediğini düşündüren bir üslupla yaptığı göstermelik özgürlükçü açıklamaların dışında, kimseyi umursamıyor. Sadece kendi sesini duyuyor.
Kendisi gibi düşünmeyenlere karşı sertleşiyor. Egemenlik süresini maksimum uzatmak (elinden gelse ebedi kılmak) için bir dizi senaryo yazıp yasal değişiklikler hazırlıyor.
Parlamento yukarıdan önüne konulan her değişikliği onaylamaya çoktan teşne. Muhalefet neredeyse varlıkla yokluk sınırında. Bunca yaşanan kriz ve soruna, iktidarın onca hatasına karşı varlık göstermesini beceremiyor. Böyle bir muhalefet, bütün iktidarların rüyası olmalı herhalde.
Bağımsız yargı artık bir hayal. Medya da büyük ölçüde iktidar yanlısı. Bazı gazeteciler sanki ana gelirlerini siyasi ilişkilerinden elde ediyor gibi sadık, korkak ve laf ebesi. Bazıları da finans çevrelerinin ağzına bakıyor. Kimileri açıktan ‘satılık kalem’, bazıları bir noktaya kadar kuyruğu dik tutarak ‘derinden gidiyor’. Nerede kaldı o eski güvenilen gazeteler ve gazeteciler!..
Televizyon da aynı. Hatta daha beter. Çünkü o, toplumu daha fazla etkiliyor. Ve bu ‘zehirli kutu’ durmadan aptalca filmler ve diziler gösteriyor. Sürekli bir şiddet ekranlarda. Daimi bir gerilim. Haberler başlayınca spikerin heyecanlı sesi, sanki onun bir ‘felaket tellalı’ olduğunu düşündürüyor. Bu ortamda yetişkinlerin kendini koruması bile zor. Ya çocukları nasıl savunacağız?
Toplum sanki ufak çıkarlardan başka bir şey görmüyor. Azıcık zam yap, bir sosyal hak kırıntısı at önüne, yeter! Ne siyasi bilinç var, ne de gelecek öngörüsü!.. Günlük hayatta hep bir vurdumduymazlık, ürkeklik… Yanında adam kessen korkudan kimse sesini çıkaramıyor. Nasıl bu hale geldik biz?
Siyasete gösterilen ilgi sadece lafta kalıyor. Pratik yaşamda tık yok. Toplumsal örgütlenme ve sivil tepkiler zayıf. Herkes koyun olup tek başına asılacağı kendi bacağını gönüllü olarak uzatmış iktidara sanki…
Ancak sessizlikten bahsedemeyiz doğrusu. Ortada epeyce bir gürültü var. Ahlak ve din içerikli konuşmalarda kimse geride kalmıyor. Hele bir de söz milliyetçilikten, büyük imparatorluk geleneklerinden açılmasın! Mangalda kül kalmıyor. Ve bununla birlikte kendisi gibi olmayanlara karşı duyulan sert ve anlamsız tepki! Irkçılık! Dünyaya karşı güvensizlik! Ne kadar istersen!..
Oysa takvimler 21. Yüzyıl’ı gösteriyor. Hani ‘her bugün dünden, her yarın da bugünden ileri’ olacaktı?..
Resmî ağızlardan durmadan pembe açıklamalar... ‘Ekonomi şöyle gelişti, kriz böyle savuşturuldu, şuraya bu dev tesisler yapıldı, buraya dünyanın en ileri tekniğiyle modern yapılar kuruldu’… Hep ilerleyerek hangi alanda dünyada kaçıncı olduk? Bilmem kaç yıl sonra en büyük devlet (veya en büyük birkaç devletten biri) olacağız hedefleri…
İyi güzel de, bugün neden bunca sıkıntı var hayatımızda? Ve neden bu kadar yoksul var sokaklarda? Neden bu kadar fazla suç işleniyor? Neden hapishanelerimiz hıncahınç dolu? Neden trafik kazalarında ön sıradayız? Neden? Neden? Neden?..
İki hayatımız var sanki: Birisi - gerçek ve tatsız olanı - içimizi acıtıyor. Öteki, yalan açıklamalardan ve kof hayallerden oluşuyor ve bizi sahte mutlulukların bataklığında dibe çekiyor.”
Yazı – birkaç kısaltma dışında – böyle.
Bana çok ilginç geldi. Siz “şimdi ne var yani bunda?” diyebilirsiniz. Haklı da sayılabilirsiniz.
Ama bana ilginç gelen, bu yazının aslının Türkçe değil Rusça, yayımlandığı ülkenin Türkiye değil Rusya olması…
Bu kadar mı benzer iki ülke, iki devlet, iki toplum ve iki kader!..