Uçak havalanıyor.
Cam kenarından Ege'nin eşsiz kıyılarını seyrediyorum.
Denizle karanın kucaklaşması öylesine tutkulu ve nazlı ki. Sanki bir yerde birinin yumuşacık ileri hamlesi, anında ötekinden karşılık bulmuş, bu tatlı mücadele akıl almayacak kadar sık girintiler ve çıkıntılarla benim diyen bir ressamın çizemeyeceği bir tablo yaratmış.
Sonra dağlar ve ovalar yansıyor uçağın ufacık penceresine. Ve aralarında gümüş bir gerdanlık gibi parıldayan ırmaklar.
Rengârenk bir şaheser.
Bizim memleketimiz...
Ben hayatım boyunca milliyetçiliğin, şovenizmin hiçbir tuzağına düşmeme kaygısıyla ve kompleksiyle kendi halkımla ve ülkemle ilgili olumlu bir şey konuşurken hep dikkatli, hatta ketum davrandım...
Ama...
Bu mağrur uçak camları, dünyanın kaç ülkesine tepeden bakarken böylesine bir güzellik karşısında teslim olarak mütevazı bir çerçeve olmayı kabullenir ki?
* * *
Bu kadar güzel bir ülkede...
Böylesine huzursuz bir hayat sürdürmek...
Bu nasıl bir kaderdir?
Bizi çevreleyen güzelliği sanki ölümüne bir inatçılıkla kirletip karartıyoruz.
Yaşadığımız hayata bakın!
Şu izlediklerimize, yazdıklarımıza, konuştuklarımıza, tartışmalarımıza, kavgalarımıza...
Siyaset çöplüğümüzden çevreye yayılan iğrenç kokulara...
Mutsuzluğumuza ve umutsuzluğumuza...
Oysa öylesine güzel bir memlekette yaşıyoruz ki...
* * *
Bu düşüncelerden bunaldığımdan mı, yoksa doğanın bulutlarla sansürlenmesinden mi bilmem, başımı içeri çevirince, her zamanki gri uçak kalabalığı ve sabırlı yolcu pozları arasında birdenbire O'nu fark ettim.
Sarı saçları ve biçimli kaşları arasından insanın dikkatini güçlü bir mıknatıs gibi kendine yönelten bir çift aydınlık göz... Bir şeyler söylemek isterken susturulmuş gibi duran çekici dudaklar ve hokka gibi bir burun...
Ama tüm zarafetine rağmen çok hüzünlüydü genç kadın.
Âdeta bunca güzelliği edinme karşılığında tüm şansını ve saadetini kaybetmişti.
Uçağın bir başka penceresinden dışarı süzülen bakışı, sanki hiçbir yere hedeflenmeden iflah olmaz bir karamsarlığa dalıp gitmişti.
Neydi acaba O'nun hikâyesi?
Ne kadar da alımlı bir kadındı.
Hiç olmazsa bir kere bu yana baksaydı...
* * *
O andan sonra bir dışarı bakıyordum, bir içeri.
Hangi güzellik daha büyüleyiciydi bilmiyorum, ama birinin daha yakın olduğu kesindi.
Öylesine ki, aradaki fuzuli insanların varlığı ve beni kınama ihtimalleri bile umurumda değildi.
O ise bambaşka bir dünyadaydı sanki.
Bir ara uçağa döndü ve benim ısrarlı bakışımı gördü.
Bana upuzun gelen birkaç saniye sırasında ne düşünmüştü acaba?
Benim densiz biri olduğumu ve kendisine asılmaya çalıştığımı mı, onun ruh halini fark ettiğimi ve kaygısını arkadaşça paylaşmak istediğimi mi, üzüntüsünü yatıştırmak isteyen bir baba şefkati vaat ettiğimi mi?..
Bense onun ilgi göstermesi karşılığında bütün rollere aynı anda talip olabilirdim.
Sonra yine penceresine dalıp uzaklaştı.
Ben de, çaresiz, kendi pencereme döndüm.
* * *
Bulutların arkasından başka güzellikler ışıldamaya başladı.
Gerçekten de güzel bir memlekette yaşıyoruz.
Ne var ki esir gibiyiz.
Şu aşağıdan uzanan yüz binlerce kilometrekare alan bizim için yok sanki.
Birileri devlet denilen baskı çarkının başında, her adımda nefesimizi kesiyor. İnsanlar birbirini öldürmeye susamış. Kimin hangi dağın, denizin ve ovanın yakınlarında doğduğuna, dinine ve mezhebine bakılarak durmadan savaş neferleri ve düşmanlar üretiliyor.
İnsan dediğin, doğduğu andan itibaren hızla ölüme koşuyor zaten.
Peki, bütün bunlar ne derece anlamlı?
Ne yapıyoruz biz?
Ne tür bir planın parçası olmuşuz?
Nasıl da ıskalıyoruz hayatı ve güzellikleri!..
* * *
Uçak inişe geçeli epeyce oldu.
Bu arada gün akşama döndü.
İşte “varılacak yer” de ışıltılı mahalleleri ve caddeleriyle belirdi önce. Denizle kucaklaşan görkemli kıyılar... İki kıtanın bazen birleştiğini, bazen de ayrıldığını düşündüren o daracık mesafe civarında biriken olağanüstü ihtişam...
Evet, güzel, çok güzel bir memleket burası.
Dünyayı güzellik kurtaramıyor ama.
Zaten pek farkında olamıyoruz bu güzelliğin.
Önemli ve zorunlu sandığımız aptalca “günlük işler” arasında ölüme yaklaşıyoruz.
Ve kendimizin belirleyemediği sığ ve karanlık senaryolarda figüranlık yaparak günlerimizi dolduruyoruz.
* * *
Uçak inmek üzere. Tekerler saklandıkları yerden çıktılar.
Yine oraya döndüm. Bu uçağın en çarpıcı noktasına.
Hâlâ kederli gözlerle süzüyordu dışarısını.
Hatta yere yaklaştıkça hüznü artıyordu sanki.
Bir ara kafasını kaldırdı. Galiba bana doğru baktı. Sanki acı acı güldü.
Sonra o giderek kararan penceresine gömüldü tekrar.
Belli ki indiğinde onu daha büyük bir mutsuzluk bekliyordu.
Oysa o kadar güzeldi ki...
* * *
Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı.
Ve ne büyük şanssızlık.
Bir kadın için de...
Bir ülke için de...