Siyaset beni teslim almaya başladığında daha 13 yaşındaydım. Sonra birkaç gençlik örgütü, ardından Türkiye Komünist Partisi üyeliği... SSCB'de öğrenim, Doğu Almanya'da "Bizim Radyo"... Gorbaçov'un "perestroyka" ve "güler yüzlü sosyalizm" tartışmaları... Türkiye'ye dönüş ve partiden kopuş...
Kendimi komünist saydığım yıllardan aklımda kalan şeylerden en keyiflisini söyleyeyim size: Enternasyonalizm. Ve sloganı: "Bütün halklar kardeştir!"
Daha Marks'ı ve Lenin'i okumadan hoşuma gitmişti bu iş. Ne güzel! Türk, Alman, Rus, Arap, Çinli falan her türlü milletten ve ırktan insanlar kardeşti.
Leningrad Üniversitesi'nde ilk yıllarda beni çok şaşırtan bir şey olmuştu. Okulumuzdaki Ermeni gençler beni pek sevmemişti. Üstelik biz henüz tanışmıyorduk bile. Bir keresinde de sataşmışlardı: "Hey sen, Türk!.."
Hoppala! Ben Sovyetler'e yeni geldim. Bu çocuklar ise burada doğup büyüdüler. Nasıl böyle milliyetçi olabilirler ve hiç tanımadıkları birine, sadece Türk olduğundan dolayı düşmanca duygular besleyebilirlerdi.
"Siz Ermenileri kestiniz. Bunu unutmayacağız. Ninelerimiz bizi bu masallarla ve ağıtlarla büyüttü."
"Ben soykırımı ne yaptım, ne de savunuyorum. Üstelik komünistim. Proletarya enternastonalizminden yanayım."
"Başlatma şimdi proletaryandan da, enternasyonalizminden de!.."
Evet, başlatmamak daha doğru olacaktı galiba. Çünkü çocuklar kalabalıktılar ve bakışları pek dostça değildi.
Demek ki sosyalizmin 1917'den bu yana çözemediği sorunları vardı...
Sonra çeşitli ülkelerden Kürtlerle tanıştık. Onlar düşmanca davranmıyor, ama temkinli yaklaşıyorlardı.
Oysa memlekette, okulda ve örgütlerde Ermeni ve Kürt arkadaşlarım vardı. Ama doğrusu geçmişteki ve o günkü sorunları pek tartışmamış, ezbere "halkların kardeşliği"ni savunmuştuk, o kadar.
Etnik farklılıklar ve milliyetçilik galiba hayatta benim sandığımdan çok daha fazla yer tutuyordu.
Kürtler ve sorunları çok uzaktaydı
Bazı Rusların birkaç kez bizi ve başka yabancıları uyardığını hatırlıyorum:
"Ne öyle aranızda herkesin anlamadığı dillerde konuşuyorsunuz! Rusça konuşmalısınız!"
Allah Allah! Nedenmiş o? Sizinle konuşurken veya ortak diyaloglarda Rusça konuşuyoruz. Ama kendi aramızda...
Biri de bana şöyle demişti:
"Sen öteki Müslümanlara benzemiyorsun. Öyle kara kuru değilsin. Bizim gibisin."
Bunu bir "iltifat" kabul edip aptalca gülümsemiştim önce. Ama düşününce burnuma pis kokular gelmişti.
O kokuların bir ucu da memlekete, içinde yetiştiğimiz şartlara uzanıyordu. Dış görüntü, dil ve konuşma tarzı bizi fazlasıyla etkiliyordu. Alışık olduğumuz ve aralarında rahat ettiğimiz "bizim gibi olanlar" dışında kalanlardan uzak duruyorduk. Ama bu tavrımızın yeterince farkında değildik. "Solculuğumuz" ve "mis kokulu enternasyonalizmimiz" buralara giremiyordu.
80'lerin sonunda Türkiye'ye dönmüş, ama kısa sürede tekrar yurtdışına çıkmıştım. 90'lı yıllarda korkunç şeyler yaşandı Türkiye'de, özellikle de Kürt kentlerinde ve köylerinde. Binlerce köy yakıldı, yüz binlerce insan yerinden yurdundan oldu. Devlet Kürtlere işkence yaptı, dışkı yedirdi. Faili belirsiz cinayetlerin sayısı çığ gibi arttı.
"Başka bir ülke" gibiydi "Doğu ve Güneydoğu" denilen Kürt diyarları. Sanki ülkenin öteki bölgelerini hiç ilgilendirmiyordu. Türk gazeteciler desen, çoğunun "ülke" algısının ve yaptığı haberlerin neredeyse yüzde 90'ı "İstanbul"dan ibaretti.
Evet, özür borcum var
İtiraf edeyim ki, uzaktan ülkemdeki "antidemokratik baskılar"a karşı çıkmaya çalışırken Kürt sorununun çok daha fazla uzağında kalmıştım.
Devletin ve onu destekleyen Türklerin Kürtleri ezdiğini, onların varlığını reddettiğini, dillerini kullanmalarını engellediğini, Türk-Kürt eşitliğini asla kabul etmediğini, üstelik vazgeçmediği baskıların sonucunda silahlı direnişin başlamasının ardından "terörizm" ve "bölücülük" söylemleriyle bütün halkı zehirlediğini, sabah akşam Kürt düşmanlığını körüklediğini ne yeterince anlayabildim, ne de bir gazeteci olarak anlatabildim.
Çok büyük gecikmeyle farkına varmaya başladım Kürt sorununun (yeterince anladığımı ve hissettiğimi söylemeye bugün de cüret edemem). Çok büyük gecikmeyle gidebildim Kürt kentlerine.
Tanıştığım Kürtlerin sergilediği açık yürekli ve sıcak yaklaşımlar bende iki duygu uyandırıyordu: Hem içten bir dostluk kıpırtısı, hem de sözünü ettiğim ciddi gecikmemden dolayı hissettiğim iç huzursuzluk. Yazının başlığında kullandığım "özür borcu" bu duygulara dayanır.
İnsan hayatından daha önemli değer yok
Türklerin önemli bölümü, bu arada kendini ilerici ve solcu sayan birçok insan, hâlâ Kürt meselesinden uzak durmaya çalışıyor. Belalı bir konu!
"Evet, bir daha insanlar ölmesin, ama... Vatan bölünmesin! Barış AKP'nin başarı hanesine yazılmasın! Şehitlerimiz boşuna ölmüş olmasın!"
Maalesef ölenler boşuna öldü, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Bugün doğal gördüğümüz birçok hak, Kürtlere o zaman yasaklanmasaydı, barış içinde ve diyalogla çözülebilecek sorunlar "ben devletim, benim dediğim olur, çünkü askerim ve silahım var!" yaklaşımıyla zora sokulmasaydı, bunca kan dökülmezdi.
Elbette kayıplarımız en büyük trajedimiz.
Kürtlerin Türklerle eşit olduğunun kabul edilmemesi dolayısıyla on binlerce insanımızı kaybettik. Ne korkunç bir acı! Belki de her gün ağıt yakmalı, her gün ağlamalıyız.
Düşünün, 40 bini aşkın insan! Akrabalarıyla, eşiyle dostuyla yüz binlerce, milyonlarca acı yapar.
Dünyada hiçbir şey insan hayatından, mutluluğundan önemli olamaz.
Bayrak da dâhil, ezan da dâhil, marş da dâhil, toprak da dâhil.
Bölünme tehlikesi denilen şey de benim için bunca insanın hayatından daha önemli değil.
İnsanı sömüreceksin, türlü propoganda aygıtlarınla aklını ve yüreğini ele geçireceksin, onu öldüreceksin veya öldürmeye göndereceksin...
Bütün bunları "kutsal değerler ve aydınlık yarınlar uğrunadır", diyerek haklı göstereceksin...
Ve bu arada kendin, pislik yığınlarının tepesindeki iktidarında keyif süreceksin.
Yok öyle yağma!
Demirtaş ve HDP umut veriyor
Bugün Türklerle Kürtler arasında barış kuruluyor. Zor ve yavaş da olsa artık gerçekleşiyor bu. AKP kendi başlattığı "süreç"ten uzaklaşıyor ve onun içini boşaltıyor olsa da, artık iç savaşa geri dönülmesinin önünde pek çok engel var. En büyük engel de Türklerin ve Kürtlerin ezici çoğunluğunun savaşa karşı olması.
Burada HDP'nin ve lideri Selahattin Demirtaş'ın rolü önemli. Son yıllarda birçok aşamadan geçen ve farklı örgütler kuran Kürt hareketi, sonunda "Türkiyelileşme" ve "sola açılma" hedefleriyle ciddi bir atağa kalktı.
Demirtaş ve partisi, "barış görüşmeleri adına iktidara teslim olmayacağı ve tersine, en etkili muhalefeti kendisinin göstereceği" gibi ciddi bir iddia ortaya koydu. Aylardır sergilediği performans bu iddianın boş olmadığını gösterdi.
Zorlu siyaset ve barış görüşmeleri sürecinde henüz bir yaşını bile tamamlamamış bir parti olan HDP'nin geleceğinin nasıl şekilleneceğini şimdiden söylemek mümkün değil. "Türkiyelileşme ve solun temsilcisi olma" yolunda başarılı adımlarını sürdürecek mi? Yoksa şu ya da bu nedenle "Kürt ulusal hareketi" çizgisi tekrar ağırlık kazanacak mı? İmralı-Kandil-HDP etkileşimi ve parti içindeki farklı yaklaşımlar, bugün Selahattin Demirtaş'ın sembolize ettiği mücadeleyi başka bir yöne çevirecek mi? Bunları zaman gösterecek.
Ama bugünkü dinamizm bana umut veriyor. Küçük ve genç bir parti olmasına karşın HDP, "Yeni bir yaşam çağrısı" yaparak daha şimdiden ciddi bir iktidar alternatifi hazırlamaya çalışıyor. Ekonomiden ekolojiye, işçi haklarından kadınların eşitlik mücadelesine kadar bir dizi konuda diğer partilerden daha cesur çıkışlar yapıyor.
Bu arada on yıllardır bir türlü kitlesel alternatif yaratmayı başaramamış Türkiye solunu toparlamak için yapıcı ve sabırlı adımlar atıyor.
Umarım bütün bu olumlu gelişmeler devam eder.
Ben HDP'li değilim, ama...
"Evet HDP, çünkü: ..." başlığıyla ilk yazım T24'te dün yayımlanmıştı. "Çünkü"den sonrası dün "Erdoğan diktatörlüğünden korkuyorum" idi. Yazıda da anlatmaya çalıştığım gibi, 7 Haziran seçimlerinde Erdoğan'ın diktatörlük planlarını HDP'nin bozabileceğine inanıyorum.
Bazı HDP'li okurlar, yazının sonundaki "konuya devam edeceğim" notuna aldırmadan bana sitem etmişler. "Sadece AKP'ye karşı çıktığından dolayı mı HDP'yi destekliyorsun?" diyorlar.
Bu sorunun cevabının bir bölümünü bugünkü yazı vermiş olabilir. Ama şunu eklemek istiyorum:
Sadece Erdoğan'ın planlarını bozmak için HDP'yi destekleyecek çok sayıda insan var. Ve bu hiç de gocunulacak bir şey değil. "Nedenin yalnızca buysa, senin oyunu istemiyoruz" diyemezsiniz. Çünkü bu da bir tür kibirlilik olur.
Sonuçta seçimlerden bahsediyoruz. Katılan partilerin sayısı fazla değil. Herkes şu ya da bu ölçütlere göre düşünüp bir tercih yapıyor. Bu normal bir durum ve "oyunun kurallarına uygun". Ve HDP'nin insanların güvenini kazanma çabası herhalde seçimlerden sonra da sürecek.
Bu iki yazıda kendi görüşlerimi, tercihlerimi ve hatalarımı epeyce (galiba aşırı derecede uzatarak) açıkladığımı sanıyorum.
Ve bu arada HDP'li olmadığımı da vurguladım. Ama HDP'den ve lideri Selahattin Demirtaş'tan umutluyum.
Son bir ek: Demirtaş'la iki kez görüşerek uzun söyleşiler yaptım. İnsan toplam 1,5 saat yanında oturan ve kendisiyle konuşan bir kişiyi ne kadar tanıyabilir, bilemiyorum, ama ekran izleniminden farklı bir durum. Ben yalnızca onun siyasi liderlik yeteneklerine değil, insani ve ahlaki özelliklerine de dikkat etmeye çalıştım. Şunu söyleyebilirim: Sahici bir insan! Açık sözlü ve içten. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
@AksayHakan