Dün Moskova’da bir araya gelen Vladimir Putin ve Tayyip Erdoğan’ın, son derece dostça ve sanki sadece birbirlerinin anlayabileceği sıcak bir gülümsemeyle karşılaşmaları dikkat çekiyordu.
Gözünden hiçbir şey kaçmayan Türk medyasının son yıllarda daha çok “vücut dili” analizleri üzerinden vurguladığı gibi, iki liderin kendi aralarında iyi anlaştıkları, “kimyalarının tuttuğu” ve bunun, Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşmasında olumlu rol oynadığı söylenebilir.
Ayrıca – Rusya’da henüz kimse Başkan Putin’i “Erdoğanlaşmakla” suçlamıyor, ama – Türkiye’de Başbakan Erdoğan’ın “otoriterleşme eğilimi”, sık sık Putin’in adıyla anılır, “Putinleşme”, “Türkiye’nin Putini”, “Putin modeli” gibi yorumlarla değerlendirilir oldu. Türkiye’de başkanlık rejimine geçilmesi senaryolarının Rusya’dan (da) esinlendiğini savunanlar az değil.
Dahası var. Geçenlerde Türk savaş uçağının Suriye hava sahasında düşürüldüğünü yazan Wall Street Journal gazetesini anında ve büyük bir öfkeyle “namert” diye paylayan Erdoğan, dört yıl önce aynı gazetede Michael Rubin’in kendisini “Türkiye’nin Putini” olarak nitelemesini suskunlukla karşılamıştı.
Böylece Erdoğan ile Putin arasındaki benzerlikler, yalnızca içerde değil, dışarıda da tartışılır duruma gelmişti.
Tüm bu benzerlikler ve iki liderin birbirine duyduğu “gizemli sempati”ye rağmen, son zamanlarda Suriye konusunda Rusya ve Türkiye’den yükselen sesler, Erdoğan ve Putin’in tabana zıt konuma sürüklendiğini göstermeye başlamıştı.
Ama dünkü uzun görüşmenin ardından gazetecilerin karşısına çıkan iki devlet yöneticisi, her nasıl olduysa, neredeyse “aynı görüşleri savunuyoruz” demeye getirdiler.
Kim bilir “kapalı kapıların ardında” neler olmuştu!..
Acaba iki liderin Suriye gibi bir konuda aralarındaki ilişkileri bozma tehlikesi karşısında, uzaktan duyulan güçlü bir ses onları aniden kendilerine mi getirmişti:
- Durun, siz kardeşsiniz!..
Her neyse, ne olduysa oldu!.. İyisi mi biz, görüşmenin sırlarını diplomatlara ve tarihçelere bırakalım ve bazı açılardan birbirine belki iki kardeşten daha fazla benzeyen Erdoğan ile Putin arasında ne gibi ortak yanlar var, bir göz atalım.
* * *
* Önce iki liderin de aynı kuşaktan olduğunu (doğum yılları 1954 ve 1952), siyasette yıldızlarının da 21. yüzyılda parladığını belirtelim.
* İkisi de uzun süre yöneticilerine (Erbakan ve Yeltsin) saygıda kusur göstermedi, ama sonradan radikal adımlarla onların çizgisinden uzaklaştı.
* Her ikisi de “lüzum doğduğunda” güvendiği “emanetçiler”i (Gül ve Medvedev) Devlet Başkanı (Cumhurbaşkanı) yaptı.
* İkisi de “halktan kişiler”. Tavırları, dilleri bunun göstergesi. İkisi de bazen kameralar önünde sinirleniyor ve yer yer argo sınırında sert ifadeler seçiyor.
* Gazeteciler, yumuşatarak nasıl söyleyelim, her ikisinin de en sevdiği meslek erbabı değil.
* İkisinin de yürüyüşünde bir “kabadayılık” ve gerekirse kendilerini fiziksel olarak da savunabilecekleri yolunda bir özgüven fark ediliyor.
* İki lider de sporcu.
* İkisi de dindar.
* Her ikisi de halklarına sık sık bol çocuk sahibi olmaları yolunda çağrılar yapıyor.
* Uluslararası ilişkilerde her ne kadar ikisinin de uyması gereken realiteler onları ölçülü davranmaya itse de, bağımsız tavır alıp rest çekmeye eğilimli olduklarını hissettirmeye çalışıyorlar.
* İkisi de halklarından büyük destek alıyor. Oy oranları bakımından biri seçmenlerin yarısını, ötekisi üçte ikisini arkasında hissediyor.
* Ve her ikisi de iktidar sürelerini 20 yılın üzerine çıkaracak planlar yaptığı izlenimini veriyor.
* * *
Elbette iki lideri birbirinden ayıran faktörler de var. Bunların önde gelenlerinden biri, Putin’in haberalma, ordu ve öteki devlet kurumlarını arkasına alarak kolayca başa gelmesi ve onların desteğiyle ilerlemesi... Erdoğan’ın ise bu çevreleri karşısına alarak iktidara ulaşmış ve güçlenmiş olması. (Gerçi son zamanlarda Erdoğan’ın değişimi, bu farkı da giderek benzerliğe çeviriyor.)
Bunun bir sonucu olarak, Putin’in önüne koyduğu temel görevler arasında “demokrasiyi geliştirmek” diye bir başlığın olmadığını, devlet ve toplum desteğiyle tek adam olarak yoluna devam etme şansının bulunduğunu düşündüğünü ekleyelim... Erdoğan’ın geleceği ise onun demokrasiye ne kadar sahip çıkacağına bağlı olarak şekilleneceğe benziyor; bir başka deyişle, o, demokrasiden uzaklaştığı ölçüde kendi siyasi geleceğini riske sokan bir lidere dönüşüyor.