Erotik sinemanın klasiği sayılan Emmanuelle filminin başrol oyuncusu Sylvia Kristel öldü.
Bu ölüm sıradan bir haber olabilirdi. Sonuçta olağanüstü bir yeteneğe ve fiziksel güzelliğe sahip olmayan, kısa bir dönem parlayıp sonradan unutulan, son dönemde kanser tedavisi gören 60 yaşındaki Hollandalı bir sinema sanatçısı hayatını kaybetmişti.
Ama öyle olmadı. Olamazdı da.
Çünkü Sylvia Kristel, daha doğrusu Emmanuelle, hafızalarda sanattan, estetikten, akıldan ve tarihten çok daha fazla yer tutan bir alan olan cinsellikte çok özel bir rol oynamıştı.
1974’teki ilk film ve ondan sonraki filmlerle birlikte Emmanuelle, kimilerinin erotik, kimilerinin soft porno olarak adlandırdıkları türde bir devrim yapmıştı.
Cinsellikte tartışma yaratan bir dizi unsur; filmin yumuşak üslubu ve ona uygun unutulmaz müziğinin (Pierre Bachelet) yanı sıra, hiç de öyle “seks bomba” denilemeyecek sade görüntüsü ve masum yüzüyle sıradan bir kadının nelere hazır olabileceğini düşündüren başrol oyuncusuyla birlikte insanların hayatına giriyordu. Hayatına ve hayallerine…
Eşini (Jean) aldatmak hiç de öyle haince bir eylem değildi bu filmde; üstelik tecrübeler dürüstçe paylaşılıyordu. Tanımadığı biriyle sevişmekten lezbiyen ilişkiye, uçakta yaşanan seks deneyiminden bir ihtiyarın (Mario) direktifleri doğrultusunda yaşanılan cinsellikle derinlemesine tanışma seanslarına kadar birçok sahne, 1974’ten itibaren insanların, özellikle de erkeklerin zihinlerinde derin izler bıraktı.
Emmanuelle’den daha önce böyle çarpıcı etki yapan bir film görülmemişti. Ondan sonrakiler de “ilk” olmadıkları için aynı derecede sarsıcı olamadılar.
İşte bundan dolayı, yaşı 30’larından başlayarak 60’larına, belki daha yukarısına uzanan ve Emmanuelle’le özel ilişkisi olduğu hissini taşıyan erkekler, Sylvia Kristel’ın ilk bakışta kısa haber sütunlarına girebilecek ölümüne büyük ilgi gösterdiler.
Bu ilginin bütün dünyada hissedildiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Elbette her ülke kendi ulusal-siyasal biyografisine uygun olarak hatırladı Emmanuelle’i.
Örneğin, bir zamanlar yarı şaka yarı ciddi “bizde seks yoktur” denilen eski Sovyet cumhuriyetlerinde, büyük bir gecikmeyle, resmî yasaklardan korkularak, gizlice gösterilen ve elbette yapımcılarına tek kuruşun bile ödenmediği ilk Emmanuelle filmi büyük bir şok yaratmıştı.
Emmanuelle Arsan takma ismini kullanan Marayat Rollet-Andriane tarafından yazılan roman temelinde çekilen, yönetmenliğini Just Jaeckin’in yaptığı Emmanuelle, bir Fransız filmiydi. Dünyada yüz milyonlarca (bir kaynağa göre 350 milyon, bir başkasına göre 650 milyon) kişi tarafından izlenen film, Paris’teki bir sinemada 13 yıl boyunca gösterimde kalarak rekor kırmıştı. Film tüm popülaritesine karşın Fransa Devlet Başkanı Georges Pampidou’nun girişimiyle yasaklanmış, ancak onun yerine geçen (ve sonradan sevgilileri arasında Sylvia Kristel’in de bulunduğu söylenen) Valery Giscard d’Estaing tarafından serbest bırakılmıştı.
* * *
Gelelim Türkiye’ye. Önce ilk Emmanuelle filminin “Hisli Duygular” gibi budalaca bir isimle gösterime girdiğini not düşelim. Ne Emmanuelle, bizdeki 70’li yılların (genellikle içlerine “parça” denilen porno sahnelerin gelişigüzel serpiştirildiği) ucuz açık saçık filmlerine benziyordu, ne de Sylvia Kristel “yerli afetler” sayılan Zerrin Egeliler, Arzu Okay, Mine Mutlu ve Zerrin Doğan’a. Ama film(ler) de, başrol oyuncusu da akıllarda daha derin izler bıraktı.
Bugünlerde gazetelerde, internet sitelerinde ve twitter’da Sylvia Kristel’in ölümüyle ilgili yazılanlarda bu izlerin etkisini görmek zor değil. Bunlar arasında o dönemin ve filmin analizini, izlenimlerini yansıtan satırlar var. Çok fazla bir şey yazmaya gerek görmeden sanki yeni yetme delikanlılara özgü bir kıkırdamayla “anlarsın ya” üsluplu mesajlar gönderenler de az değil.
Kimisi bu ölümle birlikte bir kuşağın cinsellikle tanışmasında özel rol oynayan Emmanuelle’i ve kendi gençliğini hatırlıyor. Kimisi “üzerimizde emeği çoktur” türü neşeli imalarla yaşıtlarını dürtüyor. Sylvia Kristel’i geçmişin çeşitli erotik kadın sanatçılarıyla kıyaslayanlar da var. Bir zamanlar onu izlerken ve düşünürken ne mastürbasyonlar yaptığını itiraf edenler de.
Bu yazı ve mesajların ezici çoğunluğu elbette erkeklere ait. Ve Sylvia Kristel’in ölümü, onların hınzırca gülümsemesine yol açmışa benziyor.
70’li yıllardan tanıdık bir duygu bu. Sanki herkes Emmanuelle’le yatmış gibi ve başkalarının da kendisiyle aynı “hisli duygular”ı paylaşmasından dolayı kıskançlık falan değil, - suçluluk ve acemilik kaygılarını kolayca bastıran - kolektif bir keyif duyuyor.
Güzel bir ortam, değil mi? Her ne kadar Sylvia Kristel diye bir kadın ölmüşse de, malum nedenle yas ortamı yaşanmıyor; Emmanuelle’den geriye kalan ölümsüz etki ile geçmişin yasaklı konuları rahat ve şakacı bir üslupla ele alınabiliyor.
(Yine aynı nedenle Sylvia Kristel’in hayatı, mesela, beş dil bilen biri olduğu, ya da erotik filmlerinden kalan imajın altında ezilerek bunalıma girdiği, alkole ve uyuşturucuya yöneldiği, kısa sayılabilecek hayatının derslerini bir kitapta topladığı gibi “ayrıntılar” da fazla önem taşımıyor.)
Doğrusu bütün bunları eleştirmek için yazmıyorum. Herhalde hayatın doğal akışında bütün bu gördüklerimiz, okuduklarımız son derece doğal kabul edilebilir.
Benim takıldığım başka bir şey.
Emmanuelle’le ilgili satırların çoğundan buram buram yükselen “aşmışlık”, “geride bırakmışlık” kokusu. On yıllar öncesinin erotik bir filminin (veya filmlerinin) yardımıyla (da) “öğrenilen” cinsellikte sanki bugünkü “ustalık”, “bilgelik” aşamasından hiç kuşku duyulmayan bir “nereden nereye geldik” böbürlenmesi…
Sanki 70’li yıllarda Emmanuelle’le kendini tatmin edenler için bu yöntem artık çok gerilerde kalmış…
Sanki erotizmin gizemleri çoktan çözülmüş, kadın ruhunun sırlarına çoktan ulaşılmış…
Sanki cinsellik, korku ve kompleks olmaktan çıkıp hayatın özgür bir gelişim rotasına dönüşmüş…
Sanki o filmlerin suladığı arzuları (ya da hiç olmazsa bir bölümünü) gerçekleştirecek cesaret, özgüven ve yetenek çoktan kazanılmış…
Sanki toplumun özellikle cinsel konularda mengeneye dönüşen kalıpları gevşemiş, o filmlerin neredeyse 30-40 yıl önce suratımıza bir tokat gibi indirdiği aile kurumu, ihanet, kıskançlık gibi konulardaki tezleriyle ilgili aksakallı bir netliğe erişilmiş…
Ve sanki “Emmanuelle aşaması” epeyce gerilerde kalmış gibi…