Dün Ege’de olmanın verdiği özel duygu ile kanatlanıp gaza iyice basmıştım.
Ama az sonra kısacık yeşil şeridin arasında küçük kırmızı noktalar gördüğümde hızımı kesmek zorunda kaldım.
İçimde neredeyse yarım yüzyıllık duyguların yeniden kıpırdandığını hissederek frene bastım.
Gelincikler...
(Burada okurların bir kısmı ile vedalaşabiliriz herhalde. Evet, ne AKP-MHP ittifakı, ne Kemal Bey’i yumruklayan şahıs, ne otobüste bir kadının üstüne boşalan kişi, ne de yeniden içeri alınan Cumhuriyetçi arkadaşlarla ilgili yazacağım. Oysa dört konuda da yazıya başlamıştım...)
* * *
Arabadakilerin söylediklerini ve sorduklarını duymadan, büyülenmiş gibi, hızlı adımlarla parlak kırmızı ışıklara yöneldim.
Evet, oydu: Gelincik!.. Çocukluk aşkım, arkadaşım, sırdaşım…
Gelincikleri güneşle arama alıp sırtımı arabadakilere dönerek eğildim. Bu anın özel olması gerekiyordu.
Onları hayranlıkla izledim, incitmemeye çalışarak dokundum, kulaklarına geçmişten birkaç kelime fısıldadım.
Sonunda bana döndüler. Kısa ve soylu bir selam verdiler. Ardından rüzgârdaki danslarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Ben onların önünde kalakaldım…
* * *
Ne zaman ki kimin hangi çiçekten hoşlandığı sorulur, cevap vermekte acele etmem. Önce başkalarının verdiği cevapları dinler, yine yalnız kalıp kalmayacağımı düşünürüm. Belki de yalnız kalmayı ve benim çiçeğim üzerinde kimsenin hak iddia etmemesini isterim.
Gül, karanfil, lale diye tercihler dile getirilmeye başlanır…
Bazen leylak, menekşe, açelya, sardunya, hanımeli sıralanır…
Papatya deyip masum bir bakışa sığınanlar da vardır…
Orkide dedikten sonra gözlerine bir türlü gelmeyen prensin hayalini yerleştiren kadınlara da rastlanır…
Gözler bana çevrildiğinde biraz zorlanırım. Sanki aramızdaki aşkı bir sır gibi saklama sözünü verdiğim çiçeğimin adını başkalarıyla paylaşmaktan kaçınırım. Ama bazen çaresiz kalır mırıldanırım:
- Gelincik…
Ne öyle zor yetiştirilen bir çiçektir benimkisi, ne de nadir veya pahalı bir türdür. O, son derece doğal, yalnız ve gururludur. Başına buyruktur. Vazoya pek yakışmaz.
Kırmızının en canlısını, kelimenin tam anlamıyla kıpkırmızıyı giyinmiştir gelincik. Parlak ve gizemli gölgelerle kaplı bir giysidir bu. Rüzgârla tiril tiril dalgalanır. Uzaktan kaygısız bakana asla göstermeyeceği iç yüzünde açık renk bir yuvarlağın çevresinde ışıl ışıl simsiyah antenler yer alır.
Olur olmaz yerlerde, uzak tarlalarda ve dağlarda, ısınan havalarla beraber ortaya çıkar gelincik. Birkaç ay sürdürdüğü özgür dansını kendi istediği bir gün sonlandırarak aniden ortadan kaybolur.
* * *
Dün 60’lı yıllara gittim yine. Kozan’a. Evimizin yanında bazen sapsarı buğdayların işgal ettiği, bazen nadasla boş kalan uçsuz bucaksız bir tarla uzanırdı. Gelincik tarlasıydı burası. Çünkü zamanı geldiğinde gelincikler burada ortaya çıkardı. Kısa sürede evimizden neredeyse Kozan Dağı’na doğru uzanan kırmızı benekli bir halıya dönerdi tarla.
Biz çok küçük, oradaki otlar ve ekinler ise çok uzun olduğundan, yalnız başımıza tarlaya girip uzaklaşmamız yasaktı. Hem yılanlar vardı zaten orada. Bazen öteki çocuklarla birlikte kaplumbağaları sabırsızlıkla izlerken yılan deliklerini bulur, kaçmaya hazır bir pozda elimizdeki sopalarla deliklerin hemen arkasında olduğunu sandığımız o korkunç yaratığı tahrik etmeye çalışırdık.
O tarlada kaybolduğum zamanlar olmuştu. Suçlusu gelincikler, daha doğrusu benim onlara duyduğum merak ve aşktı.
Daha parlak, daha büyük, daha güzel gelincik arayışımda bazen farkında olmadan evden uzaklaşırdım. Bulduğum her bir gelinciği dikkatle inceler, içlerine bakardım. Ve onlara dokunan ellerimde kalan izlere.
* * *
Okula başladım. İlk kez ailemin ve sokağımızın dışında bir dünyayla tanışıyordum.
Herkes gibi kara önlük giymem, üzerine de hiçbir zaman fazla anlam veremediğim beyaz yakayı takmam gerekiyordu. Bazen hep birlikte “ant içmemiz”, bazen de epeyce uzun bir marşı söylememiz şarttı.
Sınıfta istediğimiz gibi davranamıyorduk. Başımızda sık sık sesini yükselten biri vardı, “öğretmen” deniyordu ona. Biz öğretmenden, öğretmen de yaşlı bir adamdan korkuyordu; o da “müdür”dü. Müdürden daha yaşlı olmasına rağmen bize çok sevecen davranan “hademe” adlı bir kadınla bir adam vardı. Demek ki, önemli olan yaşlı olmak değildi.
Okul yorgunluğunu ve bıkkınlığını atmak için gelincik tarlasına uğrardım. Orada ne öğretmen, ne müdür, ne ant, ne de ev ödevleri vardı.
Gelincikler…
Adları bile - özellikle “gelin”in sonuna eklenen “-cik” - sanki onların çocuklar için olduğunu gösterirdi; oyuncak gibi yani.
Ama yalnızca oynamaz dertleşirdik de. İlk kez âşık olduğum, benden birkaç yaş büyük olan o kızla ilgili sırrımı önce gelinciklere anlatmıştım.
Evin camında kızın sokağa girmesini bekler, sonra hızla yola fırlar, gelincik tarlasının yanından çıkan kızın önüne “tesadüfen” atlardım. O önceleri beni fark etmedi. Sonra beni gördüğünde alaycı bir gülüş kondurdu güzel ve çilli yüzüne.
Bir kadın tarafından küçümsenmenin, bazen oyunun en riskli ve önemli kısmı olduğunu, bu partiyi kazandığında kadının çok değişebileceğini o zamanlar bilmiyordum. Onun için moral bozukluğu içinde yaşadığım ilk aşk acısını o gelincik tarlasında sessizce haykırmışımdır defalarca.
Bir de müzik öğretmenine âşık olmuştum. Aramızda 20 yaş falan vardı, ama olsundu. Hem o çok kısa boylu bir kadındı, bize fazla tepeden bakamıyordu yani. Ona aşkımdan koroya girmiştim. Bir gün onun yönettiği koroda, onunla ilgili hayallere dalıp gitmiştim; bu arada o sustuğumu görmüş, beni azarlamış, herkesin içinde hakaret etmişti. O gün, gelincik tarlasında ağlayıp onun ölmesini isterken aşkla nefret arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu keşfetmiştim.
Bilmem, yaşıyor mudur? Ve karşılık veremesen de hiçbir aşkı böylesine acımasız reddetmemek gerektiğini öğrenmiş midir? Kim bilir, belki bir gün tümüyle aşksız, yapayalnız ve kupkuru kalırsın; o zaman işine yarar belki eski ve küçük aşklar...
İyi hatırlamıyorum şimdi, ama ben bunu parlak kırmızı gelinciklerden öğrenmiş olabilirim.
* * *
Kozan’dan ayrılırken koca İstanbul’da yeni bir hayata başlayacağım için çok heyecanlıydım. Onun için gelinciklerle hakkıyla vedalaşamamıştım. Ama yakında buralara geleceğimi düşünerek uzun süre kendimi avuttum.
Kozan’ı uzun yıllar sonra görebildim. Askerliğin ardından sabah gidip akşam ayrıldım. Koskoca okulumuzun, onu çevreleyen devasa duvarın, meğer hiç de öyle büyük olmadığını görüp çok şaşırdım.
Evimizde yabancıların yaşaması ve onların meraklı bakışları karşısında bir süre sonra oradan uzaklaşmak zorunda kalmam da çok ağırıma gitti.
Ama en kötüsü gelincik tarlasını kaybetmemdi. Ne buğday başakları kalmıştı orada, ne de gelincikler. Beton işgaline uğramıştı o tarla.
Oraya yapılan yatırımlar, benim ve başka çocukların talan edilen anılarından daha pahalıydı demek…
Ve benim buraya hiçbir zaman dönmeyecek sevgili gelinciklerimden…
* * *
Arabada kalanlar öyle güçlü sesleniyorlardı ki bana, sonunda yaşadığım anın gerçeklerine dönmek zorunda kaldım.
Gelinciklerle vedalaşarak doğruldum.
Ama hemen sırtımı dönüp arabaya yönelemedim.
Çünkü yüzümdeki anlamsız gülümseme ve gözlerimde biriken yaşlar da onlarla aramızda kalması gereken bir sırdı.
Benimle gelinciklerin…
NOT: Eski bir yazı bu. Ama bugün gelincikleri görünce içimden geldi, tekrar paylaşmak istedim.