- Sen daha beni tanıyamamışsın!
Bu cümleyi farklı ağızlardan birçok kez duymuşuzdur. Dahası, herhalde kendimiz de hiç olmazsa bir kez kullanmışızdır.
Acaba ne yatıyor bu anlatımdan süzülen kırgınlığın ve başkaldırının altında?
Malum, hepimiz farklı olmak istiyoruz. Öteki insanlardan daha akıllı, daha güzel, daha iyi, daha dürüst, daha ilginç olmak istiyoruz.
“Bambaşka” olmaya çalışıyoruz. Bu yolda, duruma göre, sahip olduğumuz tüm özellikleri seferber etmeye hazırız:
“Bak, bendeki gözler kimsede var mı? Ya şu eller? Hele el yazım? Yürüyüşüm de başkadır! Dostluğuma su katılmamıştır! Sevdim mi de, ‘Allahına kadar’ severim!..”
Eh, akıllar pazarda satışa çıkarıldığında herkesin hangi aklı aldığını da iyi biliyoruz.
“Benim aklım, benim zekâm…”
Çoğumuzun özel bir lezzetle telaffuz ettiği
“ben-beni-bana-bende-benden” tasvirleri, yabancı kulaklardaki tırmalama duygusunu ödünç alma ve frene basma refleksimizin zaafı ölçüsünde hızlanarak kanatlanıyor.
Bizi herkesten ayırt ettiğine inandığımız özelliklerimiz birbirine ulanarak uzayıp gidiyor. Söylemesek de bazen başkalarına, için için keyifleniyoruz bu farklılık hissiyle.
Aslında belki de kötü bir şey yok bu işte. İnsan, farklılığını anladıkça kendine saygı duymaya başlıyor; sürüden ayrılıyor. Ama bu duygu, içi boş bir güvene, övünmeye dönüşünce kantarın topuzu kaçıyor; ayaklar yerden kesiliyor.
* * *
Bazen de insan kendini yüceltmek için, o çok özel aşkla sevdiği egosunun arkasına ailesini, oturduğu mahalleyi, semtini, kentini, ülkesini ve mensubu olduğu gruplar ile milleti alıyor:
“Bizim sülalede bütün erkekler atletik yapıldır! Biz Adanalılar gözümüzü budaktan saklamayız! Fenerbahçe taraftarından daha vefalısı çıkmaz! Şu dünyada Türk’ten daha mert olanı var mı!” Ve yine kıllı göğüslere vurulan yumruklarla bir övünme rüzgârı toz duman ediyor ortalığı...
Sonuncusu, yani
“Biz Türkler (Kürtler, Ermeniler, Fransızlar, Amerikalılar, Ruslar vs.)”, en büyük belaları açıyor insanlığın başına. Uluorta söylemlerle emekledikten sonra, kavga-gürültüyle yürüyüp kanlı savaşlarla koşuyor. Başlangıçta selamladığımız
“farklılık duygusu”, namlulara sürülen kurşunlarda şiddete dönüşüyor.
Bağlı olunan siyasal, ideolojik ve dinsel görüşler, rengârenk bir hasırı sımsıkı birleştiren bir örgü olmuyor ne yazık ki; her bir farklılık, üzerinde seyahat edilen gemiye indirilen binlerce testere darbesinden birine dönüşüyor:
“Biz liberaller, siz muhafazakârlar!.. Biz Müslümanlar, siz Hırıstiyanlar!..”
Bu dünyada kaç insan var? Yaklaşık 7 milyar mı? Bunların kaçının kendi ulusunu ve dinini savunurken, öteki ulusları ve dinleri karalamaya, hatta yok etmeye eğilimli olduklarını tahmin etmeye çalışıyorum da kendi kendime; doğrusu tahminim korkutuyor beni; yazmaya varmıyor elim.
* * *
Yahu, şu insanların hiç mi ortak özellikleri kalmadı? Baksanıza hepsinde iki kol, iki bacak, bir gövde ve – bazılarında pek yoğun mesai yapmasa da – bir kafa var! İç organları da aynı! İç dünyaları da! Sevinçlerini gülerek, üzüntülerini ağlayarak resmediyor tümü! Ve hepsi sevgiyle ürüyor, yeni kuşakların tohumunu insan sıcağında arıyor.
Fransızın Fransızca, Çinlinin Çince konuşması o kadar önemli mi?
Deri ve saç renkleri, yüz ve göz yapısı o kadar ayırıyor mu insanları?
Almanların çalışkan olarak bilinmesi, Almanya’yı tembellerden kurtardı mı?
Ruslara tembel damgasını vururken, uzay teknolojilerini ya da edebiyat ve spordaki üstünlüklerini nereye koyacağız?
Ya dostlukları, aşkları, özverileri, ihanetleri, kalleşlikleri, yağcıkları hangi uluslara armağan edecek, hangilerini bunlardan arındıracağız?
Eğer bana hiçdir Türk’ün söyleyemediğini
Kafka’dan ve
Camus’den öğrenmişsem, Türklüğümden mi vazgeçeyim, kitaplardan mı?
Nâzım’ı keyifle okuyan bir Afrikalı Türkleşiyor mu?
Klasikleşen müzikler, şiirler, romanlar, tablolar neyi gösteriyor?
Tek başına
“klasik” kavramı bile, insanlığın tek bir bütün old
uğunun en güzel işareti değil mi?