Bayrak...
Çocukluğumdaki bayram törenlerinde uzaktan baktığım renkli bir süs ve neşe kaynağıydı...
İlkokulda daha yakından tanıştık. İş biraz ciddileşti. "Bayrak töreni" önemli bir merasimdi ve o sırada hata yapanlar uyarılıyor, cezalandırılıyordu. "Bayrak direği"ni de o dönemde öğrendim, "bayrağın göndere çekilmesi"ni de. (Ama bayrak direği anlamına gelen "gönder" kelimesinin kökeninin Yunanca'ya dayandığını hiç kimse söylememişti.)
Yazlık sinemadaki "kavgalı-dövüşlü" filmler bizi çok etkiliyordu, özellikle de Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan gibi tarihî filmler... O filmlerde bazen "bayrak uğruna" yüzlerce kişi can verirdi. Fethedilen yerlere bayrağın dikilmesi, ayağa kalkarak alkışladığımız sahnelerdi; böylelikle sanki kendimizi ekrandaki filme dâhil ederdik.
Bu tür filmlerden sonra kendi aramızda "savaş oyunları" oynardık. "Bu tepe benim!" çığlığıyla üzerine sıçradığımız kum yığınına bayrak yerine kullandığımız sopaları saplar, sonra da oraya saldıranları yumruklarımız ve tekmelerimizle uzaklaştırmaya çalışırdık. Bazen oyun sırasında ufak tefek yaralar alırdık, ama sonunda - filmlerdeki gibi - bayrağa sahip çıkmanın gururunu yaşardık.
Ama bir sorun vardı: Türk bayrağı öylesine kutsaldı ki, giderek kimse ona karşı başka bayrakları - oyun olarak bile olsa - savunamaz oldu.
Başka bayrakların varlığını öğrenmemiz sorunu çözdü. Özellikle de farklı futbol takımlarına ait olanları. Sonra da siyasi partilerin bayraklarıyla tanıştık...
Bayrak, önemli olduğu kadar, kolay ve kullanışlı bir semboldü. Tutum almak, duygulanmak, harekete geçmek için...
* * *
Siyaset yılları gençlik dernekleriyle başladı. Yeni bayraklar girdi hayatıma. Hepsi kutsaldı. Önlerinde saygı duruşuna geçen insanları başlangıçta yadırgamıştım, ama sonra alıştım. Öylesine alıştım ki, bir mitingde bayrağı yere düşüren bir arkadaşın acımasızca eleştirilmesine ses bile çıkaramadım.
Türk bayrağı ise, bizim için emperyalizme karşı çıkışın bir aracıydı, bağımsız ülke talebimizin simgesiydi.
Yıllar sonra Batılı bir tanıdık şöyle demişti:
- Siz ulusal bayrağı ve marşı, sanki 1920 civarında bir tarihte savaşıyormuş gibi, gösterişli bir fedakârlık üslubuyla savunuyorsunuz. Oysa ne hükümetlerimiz arasındaki anlaşmaları, ne de şirketlerimizin gücünü ve başta televizyon olmak üzere kültürel etkimizi yeterince biliyor ve araştırıyorsunuz. "Romantik bir bağımsızlık savaşı" sizi tatmin etmeye yetiyor...
Onunla fikirlerimiz pek uyuşmuyordu; ancak gösterişli üslup, romantizm, duygulara verilen önem ve araştırmaları, analizleri pek sevmeyen yapımız konusunda dedikleri yabana atılacak cinsten değildi.
Onun sözlerini büyük bayrak tutkusunu yansıtan haberlerle defalarca hatırladım. Bayrağımızın yalnızca her yerde olması (resmî binalarda, arabalarda, dağlarda, gökyüzünde, hatta denizin altında vs.) yetmiyordu; bir de "boyut takıntımız" vardı. Bayrak ne kadar büyük olursa, o kadar vatansever olduğumuz hissine kapılıyor veya durumu öyle gösterebiliyorduk.
Metrekarelerce ve kilolarca bayraklar üretiliyor, büyüklük rekorları birbirini izliyordu. Bazen ölçü kaçırılsa da, konu "kutsal" olduğundan kimse sesini çıkaramıyordu.
Bir keresinde devasa bir Türk bayrağı Boğaz Köprüsü'nden sallandırılmıştı; ancak rüzgârın etkisiyle köprü tehlikeli biçimde sallanmaya başlayınca, "vatansever görevliler" canını ve köprüyü kurtarma kaygısıyla bayrağı hızla toplayıvermişti.
Geçen yıl da gazeteler, Kurtlar Vadisi dizisinde senaryo gereği Türk askerinin kafasının kılıçla kesilmesine çok kızan bir "örnek vatandaş"ın, işini gücünü bırakıp dağa çıktığını ve orada haftalarca çalışarak 20 metrelik bir kayaya ay yıldız motifi işlediğini bildiriyordu.
* * *
"Bayrak hassasiyeti" herkes tarafından biliniyor ve sadece siyasetçilerce değil, sıradan insanlarca da adım başı kullanılıyordu. Suç şebekelerine bulaşanlar da alkollü otomobil sürenler de, yakayı ele verdiğinde "bayrağına, devletine, dinine bağlı olduğunu" hafifletici bir sebep, hatta zeytinyağı gibi üste çıkma yöntemi olarak kullanmaktan çekinmiyordu. Bayrağı kötüye kullanma yarışının liderleri, "devlet adına" suç işlediğini savunan katiller, kaçakçılar ve hırsızlardı.
"Türklük ve Müslümanlık", giderek daha yaygın bir kandırma yöntemi oldu. Öyle ki, herkes birbirinin yalanını bilse bile, kimse bu yöntemin karşısında duramıyordu. Hrant Dink'in katili Ogün Samast'ın vaktiyle Türk bayrağının önünde polis ve jandarmalarla birlikte çektirdiği fotoğrafı hatırlarsınız. Kısa süre önce bir televizyon kanalına demeç veren ünlü İranlı sponsor Reza Zarrab da Türk bayrağını arkasına almıştı.
AKP'nin Türklük ve Sünni İslam üzerinden yürüttüğü propagandanın yaratıcı türleri saymakla bitmez. 30 Mart öncesinde tartışma yaratan bayraklı reklamdan tutun da, Egemen Bağış'ın cuma günleri "salladığı" ayetlere kadar...
* * *
Bayrak konulu siyasi açıklamalar son günlerde tekrar gündemde. Birçok siyasetçi, en başta da Başbakan Tayyip Erdoğan, Lice'de Türk bayrağının - ayrıntılarını bilmediğimiz, oldukça kuşkulu bir ortamda - muhtemelen bir provokatör tarafından indirilmesi konusunu maksimum oya dönüştürmek için ölçüsüz demeçler veriyor. Hukuk dışı bir üslupla dile getirilen tahrik edici söylemler gırla gidiyor.
Hafızalarda 18 yıl öncesinin bir olayı hâlâ canlı: Bayrağı indirmek amacıyla direğe tırmanırken vurularak öldürülen Güney Kıbrıslı Solomos Solomu'nun son anlarını gösteren videolar özel bir keyifle tekrar tekrar yayımlanıyor.
Yine aynı yıl (1996) HADEP Kurultayı'nda Türk bayrağının yakıldığını ve ondan 9 yıl kadar sonra Mersin'de benzeri bir eylem düzenlendiğini hatırlıyoruz. Her iki olaydan sonra da ülke çapında "bayrağa sahip çıkma" protestoları düzenlenmiş, bu sırada çok sayıda saldırı gerçekleştirilmişti.
Bugün cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Erdoğan bir taraftan Türk bayrağını, "indirenin indirilmesini", ölüm cezasını, "tek din, tek dil ve tek millet"i savunurken, diğer taraftan barış sürecini, demokrasiyi ve özgürlükleri savunur görünüyor. Hangi seçmen ne tür oltaya takılırsa artık...
* * *
Erdoğan her şeyini "seçmen desteğini alma" amacına bağlamış, pragmatik bir politikacı. Ulusal bir sembol olan bayrağın, Türkiye'de, başka ülkelerde eşine az rastlanacak türden yoğun bir şiddetle "sevildiğini" çok iyi biliyor ve bu sevginin zaafından cömertçe yararlanıyor.
Uluslararası toplantılarda liderlerin fotoğraf çekiminde nerede duracaklarını göstermek amacıyla kullanılan bayraklar arasında Türk bayrağını özenle yerden kaldırıp cebine sokması sahnesini defalarca izledik. Dünya liderleri de gülümseyerek izledikleri bu sahneye galiba artık alıştı.
Kendi bayraklarını yerden kaldırmayan, hatta bu konudaki tavrı nedeniyle Erdoğan'la açıkça alay eden bu liderler acaba "vatan haini" mi?..
"Vatan ve millet sevgisi"nin göstergesi olarak yerlere göklere sığdırılamayan bayrak tutkusunun yanı sıra, halkların hangi ülkede nasıl yönetildiklerini ve nasıl yaşadıklarını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün dünyada "yaşam kalitesi"ni araştıran son raporuna göre, Türkiye 34 ülke arasında sonuncu. The Economist Intelligence Unit tarafından aynı konuda hazırlanan ve 111 ülkeyi kapsayan araştırmada ise 50. sırada...
Diyeceğim o ki, bayrağa verilen önem, insana verilen değerle birleşmediğinde ortaya tonla propaganda ve yalan saçılıyor.
İnsan hayatı, en başta gelen önceliktir. Kimse bu gerçeği hiçbir bayrağın arkasına saklayamaz.
@AksayHakan