Rusça bir sitede ülkelerin ulusal bayraklarıyla ilgili bir haber okudum, kanım dondu.
Habere göre, dünyanın bazı ülkeleri arasında (bunların çoğu Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’da) sanki sessiz bir yarışma var: Dünyanın en büyük bayrağı ve en uzun bayrak direği yarışması.
Üç yıl öncesine kadar dünyanın en uzun bayrak direği, Orta Asya’nın en yoksul ülkelerinden Tacikistan’daymış: 2011’da yapılan bayrak direği 165 metrelik boyuyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş.
Eni 30, boyu 60 metre olan bayrağın yüzölçümü 1800 metrekareymiş. Ağırlığı ise 420 kilo...
Düşünebiliyor musunuz?..
Ancak 2014’te Suudi Arabistan’da yapılan 170 metrelik bayrak direği, rekoru Taciklerin elinden almış.
Büyük bayrak ve uzun bayrak direği merakı, başka ülkelerde de yaygınmış. Örneğin, Tacikistan’dan önceki rekortmen olan Azerbaycan, 162 metreyi aşkın direk için tam 32 milyon dolar harcadığını açıklamış.
En büyük bayraklar ve bayrak direklerine sahip ülkeler arasında Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kore, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve Malezya da varmış.
Ülkelere dikkat ediyorsunuz değil mi?
Ne dünyanın en büyük ekonomileri, ne de yaşam standartları bakımından en ileri ülkeler!..
Hamaset ögeleri, genellikle daha iyi hayat şartlarından çok, daha yoksul ortamlarda kolay yeşerebiliyor galiba. Özellikle de böyle bayrak, bağımsızlık, savaş vurguları taşıyan simgeler...
(Haberde Türkiye’nin adını göremedim. Acaba Türkiye’yi incelemediler mi? Yoksa biz “büyük bayrak” konusunda birilerinin gerisinde mi kaldık? Sümme haşa!..)
* * *
Bayrak...
Çocukluğumdaki bayram törenlerinde uzaktan baktığım renkli bir süs ve neşe kaynağıydı...
İlkokulda daha yakından tanıştık. İş biraz ciddileşti. “Bayrak töreni” önemli bir merasimdi ve o sırada hata yapanlar uyarılıyor, cezalandırılıyordu. “Bayrak direği”ni de o dönemde öğrendim, “bayrağın göndere çekilmesi”ni de. (Ama bayrak direği anlamına gelen “gönder” kelimesinin kökeninin Yunanca'ya dayandığını hiç kimse söylememişti.)
Yazlık sinemadaki “kavgalı-dövüşlü” filmler bizi çok etkiliyordu, özellikle de Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan gibi tarihî filmler... O filmlerde bazen “bayrak uğruna” yüzlerce kişi can verirdi. Fethedilen yerlere bayrağın dikilmesi, ayağa kalkarak alkışladığımız sahnelerdi; böylelikle sanki kendimizi ekrandaki mücadeleye dâhil ederdik.
Bu tür filmlerden sonra kendi aramızda “savaş oyunları” oynardık. “Bu tepe benim!” çığlığıyla üzerine sıçradığımız kum yığınına bayrak yerine kullandığımız sopaları saplar, sonra da oraya saldıranları yumruklarımız ve tekmelerimizle uzaklaştırmaya çalışırdık. Bazen oyun sırasında ufak tefek yaralar alırdık, ama sonunda - filmlerdeki gibi - bayrağa sahip çıkmanın gururunu yaşardık.
Ama bir sorun vardı: Türk bayrağı öylesine kutsaldı ki, giderek kimse ona karşı başka bayrakları - oyun olarak bile olsa - savunamaz oldu.
Bayrak denilen şey “bizim” olduğunda iyiydi; başka bayraklar, gerekirse savaşabileceğimiz potansiyel düşmanları simgeliyordu. (Geçenlerde Bahçeli, Kürtlerin bayrağına “bez” diyordu; bütün bayraklar benzeri tekstil ürünleri olmasına karşın, bize ait olanlara “bez” diyenlerin ise herhalde ağzı yırtılmalıydı.)
* * *
Sonra spor takımları ve bayrakları, renkleri girdi hayatıma. Siyaset yılları gençlik dernekleriyle başladı. Yeni bayraklar ortaya çıktı. Hepsi kutsaldı. Önlerinde saygı duruşuna geçen insanları başlangıçta yadırgamıştım, ama sonra alıştım. Öylesine alıştım ki, bir mitingde bayrağı yere düşüren bir arkadaşın acımasızca eleştirilmesine ses bile çıkaramadım.
Türk bayrağı ise, bizim için emperyalizme karşı çıkışın bir aracıydı, bağımsız ülke talebimizin simgesiydi.
Yıllar sonra Batılı bir tanıdık şöyle demişti:
- Siz ulusal bayrağı ve marşı, sanki 1920 civarında bir tarihte savaşıyormuş gibi, gösterişli bir fedakârlık üslubuyla savunuyorsunuz. Oysa ne hükümetlerimiz arasındaki anlaşmaları, ne de şirketlerimizin gücünü ve başta televizyon olmak üzere kültürel etkimizi yeterince biliyor ve araştırıyorsunuz. “Romantik bir bağımsızlık savaşı” sizi tatmin etmeye yetiyor...
Onun sözlerini büyük bayrak tutkusunu yansıtan haberlerle defalarca hatırladım. Bayrağımızın yalnızca her yerde olması (resmî binalarda, arabalarda, dağlarda, gökyüzünde, hatta denizin altında vs.) yetmiyordu; bir de “boyut takıntımız” vardı. Bayrak ne kadar büyük olursa, o kadar vatansever olduğumuz hissine kapılıyor veya durumu öyle gösterebiliyorduk.
Metrekarelerce ve kilolarca bayraklar üretiliyor, büyüklük rekorları birbirini izliyordu. Bazen ölçü kaçırılsa da, konu “kutsal” olduğundan kimse sesini çıkaramıyordu.
Bir keresinde devasa bir Türk bayrağı Boğaz Köprüsü'nden sallandırılmıştı; ancak rüzgârın etkisiyle köprü tehlikeli biçimde sallanmaya başlayınca, “vatansever görevliler” canını ve köprüyü kurtarma kaygısıyla bayrağı hızla toplayıvermişti.
* * *
“Bayrak hassasiyeti” herkes tarafından biliniyor ve sadece siyasetçilerce değil, sıradan insanlarca da adım başı kullanılıyordu. Suç şebekelerine bulaşanlar da alkollü otomobil sürenler de, yakayı ele verdiğinde “bayrağına, devletine, dinine bağlı olduğunu” hafifletici bir sebep, hatta zeytinyağı gibi üste çıkma yöntemi olarak kullanmaktan çekinmiyordu. Bayrağı kötüye kullanma yarışının liderleri, “devlet adına” suç işlediğini savunan katiller, kaçakçılar ve hırsızlardı.
Ogün Samast'ın vaktiyle Türk bayrağının önünde polis ve jandarmalarla birlikte çektirdiği fotoğrafı hatırlarsınız. Ünlü İranlı işadamı Reza Zarrab da televizyonlarda yaptığı konuşmasında Türk bayrağını arkasına almıştı.
Aklıma 21 yıl öncesinin bir olay geliyor: Bayrağı indirmek amacıyla direğe tırmanırken vurularak öldürülen Güney Kıbrıslı Solomos Solomu'nun son anlarını gösteren videolar özel bir keyifle tekrar tekrar yayımlanmıştı, hatırlar mısınız? (Geçenlerde resmen “Hollanda toprağı” sayılan alana giren bir Türk, Hollanda Başkonsolosluğu’nun çatısındaki bayrağı indirerek yerine Türk bayrağını asmıştı. Ve Allahtan benzeri bir olay yaşanmamıştı.)
Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası toplantılarda liderlerin fotoğraf çekiminde nerede duracaklarını göstermek amacıyla kullanılan bayraklar arasında Türk bayrağını özenle yerden kaldırıp cebine sokması sahnesini defalarca izlediğimizi de hatırlatmadan geçmeyelim.
Kendi bayraklarını yerden kaldırmayan, hatta bu konudaki tavrı nedeniyle Erdoğan'la neredeyse açıkça alay eden öteki liderler acaba “vatan haini” miydi?..
“Vatan ve millet sevgisi”nin göstergesi olarak yerlere göklere sığdırılamayan bayrak tutkusunun yanı sıra, halkların hangi ülkede nasıl yönetildiklerini ve nasıl yaşadıklarını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye, İnsani Gelişme Endeksi'nde (İGE) 188 ülke arasında ancak 71'inci sırada gelebiliyor.
Diyeceğim o ki, bayrağa verilen önem, insana verilen değerle birleşmediğinde ortaya tonla parlak ama içi boş kelime saçılabiliyor.
Ama insan hayatı, en başta gelen önceliktir.
Kimse bu gerçeği hiçbir bayrağın arkasına saklayamaz.