O günü hiç unutmuyorum. Sabah erkenden kalkıp en yakın arkadaşlarımdan birini çekmeceden çıkarmıştım: Günce’yi. Ve upuzun sayfalara o zamanlar benim için büyük önem taşıyan çok sayıda cümle yazmıştım. Bitirirken de kendimi kutlamıştım. Ve fiyakalı bir tarih atıp altını çizmiştim: 1 Temmuz 2011.
Bu tarih benim için çok
“tarihî” idi o sıralarda. Bir insanın hayatında 50 yılın geride kalmasının, onu birdenbire değiştiremeyeceğini anlayacak kadar yaşlı, ama yine de
“iyi bir yıldönümü muhasebesi” yaparak alınacak bazı kararlarla bir şeylerin daha iyiye gidebileceğini sanacak kadar gençtim.
Takvim yapraklarından herhangi birinin (o ne kadar fiyakalı olursa olsun), hayatta ansızın karşılaşılan sınavlardan ve edinilen deneyimlerden daha önemli olmadığını henüz tam içime sindirememiştim.
Zaten o zamanki günce notlarım, bugünküne göre epeyce farklıydı. Ara sıra uzaktan da olsa (gençlik dönemimde defalarca hatmettiğim)
“SBKP kongre kararları”nı andıran kuru cümlelerle ve
“-meli(yim)”,
“-malı(yım)” gibi tatsız gereklilik kipi yükleriyle ağırlaşırdı.
Giderek benimle birlikte yaşlanan Günce’mle dostluğumuz daha da derinleşti. Kimse asla ötekine tepeden bakmamaya başladı; ne ben ona, ne de o bana.
Hatta 50 yaşımdan itibaren güncem bana yalnızca o günün ve geçmişin değil, geleceğin içinden de seslenmeye başladı. Böylece bazen şaşırttı beni, bazen
“çocuklaştırdı”, bazen de hızlı yaşlandırdı; ama nelerin önemli ve kalıcı olduğunu, o gün hayatımı işgal eden nelerin ise geçici olduğunu daha iyi gösterdi.
* * *
Birçok konuya yaklaşımım farklılaştı 50 yaşımdan sonra. Mesela, özgürlük anlayışım iddiasız, ama kararlı biçimde değişti. Artık özgürlükten anladığım, her zaman istediğimi yapabilmek değildi; istemediğimi yapmamak, istemediğim yerlerde olmamak, istemediğim kişilerle görüşmemekti. Böyle davranabildiğim ölçüde hafifledim, arındım.
Para ile ilişkimi mümkün olabilecek en düşük düzeye indirdim. Ondan ve onun uğruna yapmam gereken işlerden becerebildiğim kadar uzaklaştım. Bunda 50 yaş civarında ödediğim bedellerin katkısı oldu.
Yazmakla, kalem kağıtla aramdaki samimiyet ise her yıl bir öncekine göre daha fazla arttı. En çok da, başkalarını düşünmeden ve kimseyi umursamadığım yazdıklarımla mutlu oldum.
Siyasete ilgim azaldı yıllar içinde.
“Apolitiklik” eskisi kadar korkutmamaya başladı beni. Özellikle de günlük ve kirli siyasetten kendimi korumak için ona iyice sırtımı döndüm.
Yaşlandıkça şunu daha iyi anladım: Hayatta en önemli şey, siyaset falan değil, insan ile dünya arasındaki ilişki. Özellikle de insan ile doğa arasındaki. Teknolojinin durmadan önümüze yığdığı yeniliklere tapınan, havanın ve suyun kirlenmesine ise aldırmayan insanlardan uzaklaşmayı, hayvanların ve bitkilerin sessiz gerçeklerine yaklaşmayı daha anlamlı buldum.
Yeni ülkeler ve kentler görmekten giderek daha fazla keyif duydum. Seyahatlerin ve gittiğim yerlerde edindiğim izlenimlerin hayatımdaki yeri arttı.
Ayrıntılardan daha çok zevk almaya başladım. En çok da doğadakilerden. Onun en küçük parçaları bile (mesela, kendi halinde bir ağaç, dağ başında bir çiçek, uzaklarda yalnız kalmış bir kumsal ve ıssız bir berrak deniz) beni eskisine kıyasla çok daha fazla mutlu eder oldu.
Bu arada adına ister hobi deyin, ister ufak tefek meraklar, epeyce ilgi alanı ve uğraş yarattım kendime. Ve birçok şeyi yapmaya çalışırken kendimle yeniden tanışmayı denedim. Bazen beğendim kendimi ve yaptıklarımı, bazen beğenmedim. Ama yeni ilgi alanları aramaktan vazgeçmedim.
* * *
Bir de başlangıçta beni epeyce şaşırtan bir değişiklik oldu bende. Yıllar boyunca üzerine titrediğim düşüncelerime kıyasla, duygularım daha bir serbestleşip güçlendi sanki.
Mesela, eskisine göre daha sık ağlar oldum. Bazen okuduğum kitaptan bir satır, gördüğüm filmden bir sahne ya da hayattan bir görüntü, bir söz, bir bakış gözlerimi yaşartmaya yetmeye başladı (bu yüzden ağlayacağımı anladığımda gözyaşı salgıları daha aktifleşmeden kendimi başkalarından gizlemeye – ya da gizlediğimi sanmaya - alıştım).
Sadece ağlama değil, gülme musluklarım da gevşedi. Özellikle eğer gülmeyi başaramazsam mutlaka kızacağım, sinirleneceğim şeylerle karşılaştığımda gülümsemeyi, gülmeyi, hatta kahkaha atmayı öğrendim. Alay etmek, dalga geçmek en sık uğraşlarımdan biri oldu. En çok da kendimle. Gençliğimde ve hatta 50 yaşımda kendimi ne kadar önemsediğimi, önüme koyduğum hedeflerin ne kadar iddialı olduğunu hatırlamak bile bugün beni güldürmeye yetiyor.
Ancak başka insanlara karşı daha ciddi ve sabırlı olmaya, onların eskiden rahatsız olduğum tavırlarına hoşgörü göstermeye, onları her zaman anlamasam anlayışlı davranmaya çalıştım. Mağrurluktan vazgeçtim.
Ve sevdiğim insanlara daha fazla açtım yüreğimi. Onları çok, ama çok sevdim. Onları – her anlamda – kaybetmemek için büyük mücadeleler verdim. Kaybettiklerimle eksildim, kayboldum. Kazandıklarımla arttım, büyüdüm.
Kendini mutlu hissetmenin ne kadar basit bir kuralı olduğunu geç anladım. Bunun için sadece insanlara iyi davranmanın, onlara yardımcı olmanın yeterli olduğunu kavradım.
Alt edemediğim kötü huylarım ve eksiklerim de oldu tabii. Onları da
“bir dahaki sefere” devrettim.
* * *
Hayata hükmetmeye çalışmadan onunla bütünleşmesini, onun sunduğu fırsatlarla gelişmesini öğrendim. Yaşamayı çok sevdim.
Ama ölüm eskisi kadar ürkütücü gelmemeye başladı bana. (Özellikle sevdiğim birkaç insanın ardından ve karşılaştığım yaşamsal tehlikelerin sonrasında bunu daha iyi gördüm). Şunu anladım ki, eğer gerçekten dolu dolu bir hayat sürdüysen, ölümden korkmamalısın. Hatta onu da çok sevdiğin hayatın bir parçası – varsın final bölümü – olarak kabul edip sevgiyle bağrına basmalısın. Dahası, imkânın varsa kendine
Akira Kurosawa’nın 80 yaşında çektiği Düşler filmindeki gibi, danslarla ve şarkılarla dolu bir cenaze töreni vasiyet etmelisin.
Ve belki ölmeden önce sevdiklerinle vedalaşmak zor gelse bile, becerebilirsen eğer, hiç olmazsa 13 yaşından beri en yakın dostlarından biri olan Günce’ye canından ve kanından son satırları damlatacak birkaç dakikayı bulabilmelisin.
Bir de oraya fiyakalı bir tarih yazıp altını çizmelisin… Takvim o anda neyi gösterirse artık…