Çok yakınımda olmasına karşın yıllardır görmediğim bir dostumla göz göze geldik aniden.
Taşınma sıkıntısının teri ve tozu içinde, aniden bir kutudan çıkıverdi.
Mahzun ve gururlu bakışının arkasında gizleyemediği bir yaşlılık göze çarpıyordu.
Utandım.
Yıllar boyu hayatımı onunla paylaşmış, ama sonra onu terk etmiştim. Hem de bir kutuya kapatarak. Ve yıllarca kapağını açmayarak.
Ne kadar nankördüm.
İlgisiz ve havasız yılların özrünü dilemek ister gibi onu kutusundan çıkarıp masanın ortasına koydum.
Karşısında nasıl duracağımı kestiremeden bir sandalyeye iliştim.
Onun sessizliğinin ve mahzunluğunun etkisi altına girmiştim.
Uzun süre karşılıklı susup bakıştık.
Daktilom, sevgili dostum benim.
Senin hayatıma girmeni öyle uzun süre hayal etmiştim ki.
Babamın beyaz “yazı makinesi”ni gizlice kullanırken sana kavuşacağım günü bekliyordum.
Ortaokul ve lise yıllarıydı. Önce “Karaoğlan” posteri asılıydı odamda. Sonra devrimci afişler...
Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı yedi hafta liste başı kalmıştı. Radyoda. Televizyonumuz yoktu o zaman.
Daktilosuz yazardım. Sabah akşam yazardım. Kendi kendime spor haberleri yazardım. Okulun duvar gazetesi için yazardım. Siyasi broşürler için hiç görmediğim Sovyetler Birliği’nde hayatın ne kadar güzel olduğunu yazardım. Ve günce yazardım.
Ara sıra Cağaloğlu’ndaki vitrinde senin siyah, şık ve mağrur haline bakardım uzun uzun.
Sana kavuştuktan sonra hayatım seninle o kadar iç içe geçmişti ki, bir ara güncemi bile seninle yazdım. Sonradan yaktığım ilk gençlik sırlarım, senin harflerinle gösterdi bana hayatın neresinde olduğumu.
Bir gün Moskova’ya gittim. Sonra sen de geldin peşimden.
Başka şeyler yazdık seninle. Sovyetler’in bize yaşattığı hayal kırıklığını önce utangaç duygu kırıntılarıyla, sonra daha heyecanlı iri lokmalarla yazıya döktük. Birçok eski dosttan epeyce küfür yedik.
Öyküler yazdık birlikte. Saçma sapan cümleler de yazdık öylesine. Şakalaştık, yazılı olarak, sessiz, ama içten...
Kitaplar da yazacaktık birlikte, sözleşmiştik.
Ben sözümü unuttum. Seni de unuttum.
Sarışın bir bilgisayara kaptırdım gönlümü. Sonra bir başkasına. Başkasına...
Yazılarımı, kitaplarımı, güncemin yakmadan yazdığım bir bölümünü, bazı aşk ve iş mektuplarımı hep o bilgisayarlarla yazdım.
Onları çılgınca arzu ettim. Ama hiç senin kadar sevmedim.
Bugün aynadan bana bakan, sana ilk kez korkarak dokunan o tertemiz çocuğu ancak uzaktan andırıyor. Beni çok dürüst bulan dostlarımın bile bilmediği yalancılık ve kurnazlıklarım var. Kusurlarımı sarışın ve hafif bilgisayarlarla paylaşırken bir an geliyor, “ne olur ne olmaz” diye duruyorum, lafı yuvarlıyorum, ancak kendimin anlayabileceği şifreler kullanıyorum.
Hâlbuki senin zamanında böyle değildim ben.
80 darbesi sonrasında polis baskını bekleyen evimizde bunca açık sözlülüğe yer kalmadığı için yakmıştım yazdıklarımı. Yaptığım katliamın “azmettiricisi” vardı yani.
Şimdi takvimler, ortalama Türk erkeği ömrünün sınırına 21 yıl uzakta olduğumu bildiriyor.
Bir gün, kalan zamanı bana sıkıntı veren şeylere harcamamak için bugünkü hayatımdan kaçıp gitsem...
Ne gazete kalsa, ne televizyon...
Ne siyaset yazıları, ne Türkiye’ye Rusya politikası önerdiğim nafile satırlar...
Ne işe yaramaz ahlaki mesajlar...
Ne yönetici kaygısı, ne okur ilgisi...
Ne para kazanma gailesi…
Cep telefonunu çöpe atsam...
Ve internet işgaline son versem hayatımda...
Havanın hep güzel, denizin hep yakın olduğu bir sükûnette yaşayabilsem...
Ve sana dönebilsem...
Eski günlere...
Bana inanır, beni affedebilir miydin?