Merhaba Pınar,
Beni tanımazsın muhtemelen.
Yani uzak bir internet selamlaşması, kısa sürede kalabalığa karışabilecek kadar sıradandı.
Ben o mesajı yazarken kendimi biraz olsun rahatlatmak, suçluluk duygusundan arınmak istiyordum.
Senden cevap geldiğini görmemle yazdıklarını okumam arasında geçen birkaç saniyede, buna epeyce yaklaştığımı düşünmüştüm.
Sonra tekrar okudum. “Dayanışma mesajlarının iyi geldiğini” belirtmiştin, ama “yazılan yazıların da faydalı olabileceğini” eklemiştin.
Ne yazabilirim ki ben? Her köşe yazarının iyi yazabileceği “kendi konuları” vardır; onların dışına taştığında sudan çıkmış balığa döner bazen.
Üstelik ben dışarıda geçirdiğim on yıllar içinde önce çok uzağına düştüm memleket haberlerinin; sonra da, nasıl desem, iyice ucunu kaybettiğim gündeme boş verdiğim de oldu açıkçası…
Bu arada – kızma lütfen, ama - Pınar Selek adı da şöyle bir geldi geçti bulanık haber bültenlerinden. Ne seni, ne aileni, ne de yıllar boyu başına gelenleri adam gibi öğrenebildim.
Son zamanlarda hem haberlerden hem de seninle ilgili hakkıyla yazabileceğini kanıtlayan meslektaşlarımdan okuyorum öykünü. 15 yıllık hukuk rezaletini, siyasi zorbalığı, senin bütün bunlara karşı inanılmaz direnişini ve birçok insanın seninle dayanışmasını…
Okudukça gözümün önünde canlanan fotoğraflarının arasında biri öne çıkıyor nedense. En yalın ve anlamlılarından biri. Genç ve güzel bir kadının aydınlık yüzü. Ve hemen yanı başındaki duvardan destek alarak yorgun bir dikkatle bakışı…
Bazen – özellikle de bu yaşanan, kelimelere sığmaz adaletsizlikler karşısında senin moralinin bozulduğuna ilişkin bir şeyler hissettiğimde – içim acıyor, suçluluk duygusu hissediyorum. Ama…
Seninle ilgili yazmak benim becerebileceğim şey değil… dedikten sonra tersini yapmak için oturmak bilgisayar başına… Zor… -du. Ve zor hâlâ, inan.
İsteklerle imkânlar arasındaki mesafeyi görmek, yazmayı deneyip de bir türlü becerememek insanın canını sıkıyor, çaresizleştiriyor. Birkaç gündür karalayıp çöpe attıklarım bana bunu anlattı bir kez daha.
Senin yaşadığın kâbusun bir ufak gölgesi uğradı dün gece bana. Birkaç kez sıçrayarak uyandım.
Gördüğüm ilk rüyada birkaç yüzyıl öncesindeyim sanki. Eminönü’nde bir koşuşturma. Yeni Camii arkasında bir sürü insan birikmiş. Türlü çiçek ve baharat kokuları birbirine karışmış. Birden bir toz bulutu yayılıyor ortalığa. İçinden parlak giysilere sarılı çirkin bir adam çıkıyor. “Avcı Mehmet” diye geriye savruluyor oradakiler. İçlerinden yedisi yere yığılıp kalıyor. Sen ölülerin arkasında donakalmışsın. Sultan eline bir kılıç almış, “Kim ki karşı çıkar bize, alırız kellesini!” diye bağırıyor. Lafı uzattıkça uzatıyor, konuştukça çehresi değişiyor. Önce İkinci Süleyman, sonra İkinci Ahmet, sonra İkinci Mustafa yerleşiyor yüzüne. Ardından ötekiler gelip geçiyor film şeridi misali. Ama konuşma hiç bitmiyor, yerde yatanların kanı dinmiyor ve sen hiçbir yere kıpırdayamıyorsun. En son kılıca uzanan uzun boylu bir adam “yargı gerekeni yapmalı” diye öyle bir bağırıyor ki, sıçrayarak uyanıyorum.
Yarın sabah uyanınca ne yazacağıma karar veriyorum o uyku sersemliğiyle: Dönmemelisin Pınar, diyeceğim, bu devlet sana rahat vermeyecek. Vazgeç bu ülkeden! Koru kendini!
Güç bela dalıyorum yeniden uykuya. Rüyamda ıssız bir sokakta sana rastlıyorum. Sen gülümsüyorsun. Arkanda eli silahlı adamlar. Sen görmüyorsun onları. Sana demiştim, diyorsun bana, döneceğim demiştim; kazandım bak! Ben sana bir şeyler söylemek istiyorum, ama sesim çıkmıyor. Sen arabana atlayıp hızla uzaklaşıyorsun. Arabanın plakası çarpıyor son anda gözüme: 34 VM 1185. Hızla peşinden koşmaya başlıyorum. Yetiştiğimde aynı eli silahlı adamları görüyorum senin başucunda. Dudaklarından birkaç damla kan sızmış. Saatin 09.40’ta durmuş. Son nefesinde fısıldıyorsun: “Ya sürgün, ya hapis, ya ölüm!” Ter içinde uyanıyorum.
Sabaha az kaldı. Ama biraz uyumam gerek. Sonra ilk iş senin için bir yazı kaleme alacağım ve “bu ülke seni hak etmiyor” diye yazacağım. Hatta yazının başlığı bile geliyor aklıma: “Pınar Selek duruşması başlıyor: Türkiye ayağa kalk!” Sonra sana, senin benden daha iyi bildiğin devletimizi ve toplumumuzu hatırlatacağım. Ve bir de dışarıda özgürken yapabileceklerine işaret edip “dünya vatandaşlığı”ndan bahsedeceğim. Her şeyi yazacağım, yeter ki sen bütün umudunu kuralları “onlar” tarafından belirlenen oyunu kazanmaya bağlayıp da sonra mahvetme kendini diye. Yazacağım bunları… Yazacağım… Yaza… Kapanıyor gözlerim yeniden.
Koskoca bir güvercinin kanadına oturmuşsun sen. Gülümseyerek dolaşıyorsun göklerde. Ben sana seslenmeye çalışıyorum: “Dikkat et, Pınar, düşeceksin!” Sen alaycı bakıyorsun bana ve aniden koca bir meydana iniyorsun. Orada bir kalabalık, bir kalabalık... Türkler, Kürtler, Ermeniler, Fransızlar, Almanlar, lezbiyenler, gayler, heteroseksüeller, transeksüeller, tinerciler, selpak satan çocuklar… Her yandan çiçekler uçuşuyor sana doğru. Senin gülümsemen ortalığı aydınlatıyor. Sonra kalabalık ikiye yarılıyor. Ortada üç silüet beliriyor. Sen koşup ikisini kucaklıyorsun. Kız kardeşinin ışıldayan gözlerini görüyorum hayal meyal senin kollarının arasında. Ardından babanın yürek ısıtan bakışını. Sen üçüncü karaltıya doğru koşuyorsun. Ama onun gerisinde bir uçurum var. Ben seni uyarmak için bağırıyorum. Karaltı bir kadın olup yaşlı ellerini sana uzatarak sesleniyor: “Annesinin gülüsü… Bülbüllerin kuşusuuu…”
Gözyaşlarım ağzımı tuzlandırmış, uyanıyorum tekrar ve bir daha uyumak istemiyorum.
Yazmak da istemiyorum bu yazıyı artık. Olmuyor.
Aslında bunlar değildi yazmaya niyetlendiğim. Ben sadece birkaç cümleyle sana elimi uzatmak istemiştim.
Dayanışmanın ölçü birimi nedir, Pınar? Ya dostluğun? Sevginin? Metre mi? Kilogram mı? Litre mi? Her ne ise, hiç olmazsa bir milimetresini, bir miligramını veya bir mililitresini iletmek istedim bu yazıyla sana. Bir kusurum olduysa bağışla.