İstihbarat! Ne sihirli bir kelime! Nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen bir kavram.
İstihbarat! Ne ürkütücü bir kelime! İçinde gizlilik de var, tehdit de.
Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki tehlikeli eğilimlere paralel olarak daha sık duymaya başladık bu kelimeyi. İstihbarat aşağı, istihbarat yukarı…
29 Ekimde sokaklarda yaşanan anlamsız gerginlik, iktidarın güç gösterisi hevesine dayanıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, alınan önlemlerin ve yasaklamaların nedeni olarak kendilerine ulaşan “istihbarat”ı gösteriyordu. Oysa yürüyüşlerin gazsız ve tazyikli susuz bölümünde hiçbir ciddi sorun yaşanmadı.
Ne istihbaratıymış bu? Kim, ne demiş? Tehdit nereden kaynaklanıyormuş? Soramazsınız. İstihbarat işte!..
Uludere’de 34 kişinin katledildiği olayın da çıkış noktası bir “istihbarat” değil miydi? Kimden gelen ve ne içerikli bir istihbarat olduğunu bir öğrenebilsek!.. Ama 11 aydır susuyor iktidar. Ey yüce istihbarat!..
Ya Suriye krizinde düşürülen uçakla ilgili istihbarat karmaşası? Kimin hatasıydı? Neden oldu? Aylardır yapılan incelemeler ne sonuç verdi? Cevap yok. Sormamamız, daha doğrusu unutmamız emrediliyor bize sanki. Bir garip istihbarat bilmecesi de bu.
Peki, Rusya’dan gelen Suriye uçağını niye durdurduk? Başbakan’ın “Taktir edersiniz ki kaynağını açıklayamayız” dediği istihbarat kimden geldi acaba? Kim Suriye bataklığına daha fazla batmamızın yanı sıra Rusya ile de bozuşmamızı istiyor? Onca zamandır incelenen “kuşkulu kargo” neden fotoğraflarıyla ve ayrıntılı bilgileriyle sergilenmiyor hâlâ? Burada da mı bir “istihbarat düğümlenmesi” yaşıyoruz?
PKK tarafından basılan çeşitli karakollarda yaşanan acizliklerden tutun da, işkenceci polis şefi Sedat Selim Ay'ın “yedirilmemesi”ne kadar daha bir sürü olayda ya yeterli açıklama yapılmıyor, ya söylenilen ile gerçekte olan biten uyuşmuyor. Anlayacağınız, şu meşhur “istihbarat” çarkı nasıl işliyor; bir türlü akıl sır ermiyor.
* * *
Peki, memleket nereye gidiyor? “İstihbarat”, olası tehlikelerle ilgili olarak iktidarı uyarmıyor mu?
Türkiye gerçekten de çok kritik bir dönem yaşıyor. Yalnızca AKP’yi ve hükümeti değil, bütün ülkeyi tek başına ve herkesin tam itaatiyle yönetme isteğindeki Erdoğan, aynı anda birçok siyasal, sosyal, ulusal, dinsel kesimi aşağılayarak gerginliği tehlikeli biçimde arttırıyor. Giderek elektriklenen ülkede yüksek voltaj, şu ya da bu aşamada bir patlamaya yol açacağa benziyor.
Şimdilerde en büyük tehlike, kuşkusuz bugün 50. gününe ulaşan açlık grevleridir. Yüzlerce Kürt mahkûm, yıllardır gerçekleşemeyen demokratik hakları ve talepleri uğruna ölüm orucunda. Çok kısa bir zamanda çözüm bulunamazsa, ölümlerin ve kalıcı sağlık hasarlarının ortaya çıkacağı belli.
Erdoğan önceki gün “Aç kalan falan yok, herkes her şeyi yiyor” buyurdu. (Yüzü aşkın insanı ölüm oruçları sonucu yitirdiğimiz yakın tarihimizde de iktidarlar hep bu ucuz “külyutmaz numarası”nı kullanmayı marifet sanmışlardı.) Dün “Kendileri kuzu şiş yiyorlar, içerde olanlara ölün diyorlar” dedi.
Aslında birbiriyle çelişen bu iki açıklamanın “hangi istihbarata dayandığı” önemliydi. İlkinde Başbakan’ın mahkûmlarla temasa geçerek olumlu adım attığı Kürtler tarafından da dile getirilen Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i kaynak göstermesi ilginçti. İkincisinde ise yalan yazan bir gazetenin feneriyle aydınlanmayı denediği ortaya çıktı.
Erdoğan, daha sonra Star gazetesinde AKP’nin “yükselen yıldızı” Yalçın Akdoğan’ın savunduğu “devlet şantaja, tehdide boyun eğmez, pabuç bırakmaz” tezine sarıldı. Yani “Açlık greviyle şantaj yapanlar ölebilir” mesajını verdi.
Birçok kişi açısından en kötüsü, Başbakan’ın “gerekirse müdahale edilir” cümlesinin yarattığı geçmiş korkunç çağrışımlar oldu. Anlaşılan, şu ya da bu şekilde yeni hayatların sönmesi şart galiba. Zaten mücadelede zafer kazanmaya odaklanmış olan iktidarın da muhalefetin de ölümleri
sanki “zorunlu ve doğal” saydığı acımasız bir ortamdayız.
Sonuçta devletin kibir ve otoritesi, insan hayatına karşı bir kez daha üstün geleceğe benziyor.
İçimden AKP’ye ve liderine şöyle seslenmek geliyor:
Madem 2023’e, hatta 2071’e kadar iktidarı kimseye bırakmak istemiyorsunuz, eninde sonunda Kürt sorununu çözmek zorunda değil misiniz?
O zaman daha ne bekliyorsunuz? Daha fazla insanın ölmesini mi? Neden hemen şimdi barış yoluna koyulmuyorsunuz?
Başbakan, bugün bütün devlet çarklarının ve tüm siyasal dengelerin tartışmasız en güçlü ismi değil midir? Arkasına aldığı devasa destekle bu konunun üzerine kararlılıkla gitse, Kürt sorununun çözümü yolunda şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir şansa kavuşmaz mıyız? Açlık grevlerinde ölümler başlamadan bu adım atılamaz mı?
Büyük devletin büyüklüğü, bir kez olsun güçlü askerî, siyasi, ekonomik birikime değil, sağlam bir ahlaka ve temiz bir vicdana dayansa, olmaz mı?
NOT: Yazı bitti, ama eklemek istediğim bir şey kaldı. Bugünlerde garip, daha doğrusu acı bir parçalanmışlık yaşanıyor Türkiye’de. Bir tarafta ölüm orucuyla özgürlük mücadelesi veren Kürtler ve onları destekleyen çevreler… Öteki tarafta iktidarın engellemelerine karşın 29 Ekim’i kutlama kararlılığını sergileyen kitleler…
Her iki tarafta da demokratik haklar için mücadele veriliyor. Ama ne birinci gruptakilerin ikinciye ilgisi ve desteği var, ne de ikinci gruptakinin ilkiyle dayanışması. Tek tük çıkan birkaç birleştirici seste bile en fazla vurgu yapılan kelime “ama”…
Herkes kendi haklılığından son derece emin. Ve yalnızca iktidarı değil, başka haklar uğruna mücadele edenleri de neredeyse düşman olarak görüyor.
Kişisel ve siyasal egoların altında ezilen “demokratik bilinç düzeyimiz” bu sığlıkta çırpınmaya devam ederse, pek de içimize sindiremediğimizi sandığım demokrasi hayalimizin sonu yakın demektir. Helvasını yapmaya şimdiden başlayabiliriz.