Çok uzun yıllar geçti. Onlar çoktan öldüler.
Ben hâlâ yaşıyor olmaktan utanç duyuyorum.
Şimdi Gezi'de, o zamanki unutulmaz direniş öyküsünde hayatını kaybeden sekiz insan için dikilen bu anıtın önünde saygıyla eğiliyor, belki de bir daha gelemeyeceğim İstanbul'a veda ediyorum.
* * *
Çok zaman geçti. 20 yıl kadar. Belki de 30 yıl...
İstanbul'un merkezindeki Gezi semtinde (o zamanlar adına Taksim deniyordu) günlerce süren bir direniş olmuştu.
Bir grup gencin, şehrin göbeğindeki bir avuçluk yeşil alanı ve üzerindeki ağaçları korumak için başlattığı sıradan protesto, o dönemin iktidarı tarafından inanılmaz bir acımasızlıkla bastırılmıştı.
Bu kadar masum bir eyleme karşı gösterilen böylesine şiddet, önce yüzlerce, sonra binlerce, ardından da milyonlarca insanın sokağa çıkmasına ve hükümete başkaldırmasına yol açmıştı.
Ne günlerdi onlar...
* * *
Akıllı bir adam, zamanı ölçen tek şey hafızadır, demiş.
Bu cümle aklıma geldiğinde, zamanı da gerçeği de kaybediyorum.
Yılların beni yıpratmasını fırsat bilen hafızam, hain oyunlar oynuyor.
Ve ben şaşkına dönüyorum: Gerçekten de yaşadım mı onca geçmişi? Ne zaman? Sakın az önce olmasın? Ya da uydurdum belki? Çaldım o geçmişi, başkalarının anılarından?
Veya... bütün o yaşananları yaşayan benim çocukluğumdu, gençliğimdi, ortayaşlılığımdı... Ben onların yaşadığına çok uzağım artık, okuduğum bir kitap veya izlediğim bir film kadar uzak...
* * *
O günlerde sanki yan yana duran iki bardağı taşıran son damlalar düşmüştü.
Sokağa çıkan milyonlar ve çıkmasa da onların düşüncelerini paylaşan on milyonlarca kişi, o zamana kadar hoşlanmadıkları, ancak "bu kadarını da beklemedikleri" iktidarla gerçek anlamda tanışıyordu.
Ülkenin başında olanlar ise, önceden kendilerini zor tutarak demokratik görünmek, kibar ve saygılı oldukları izlenimini yaratmak, köleleştiremedikleri insanlara karşı duydukları nefreti gizlemek için harcadıkları çabadan ve sabırdan vazgeçip içlerindeki tüm kötülüğü pervasızca sergilemeye başlıyordu.
Koca devlet onlarca ateş saçan başı olan bir ejderha gibi direnişçilere saldırdı. Silahsız insanlara ateş açıldı, biberli gaz ve basınçlı su püskürtüldü.
Sekiz kişi öldürüldü. Yüzlercesi yaralandı. Bazılarının gözleri çıkartıldı.
İktidarın kışkırtmalarıyla beslenen polis canavarlaşıyor, yasal suçlar işlemeye iyice alışıyordu.
* * *
Polis... Şimdi artık kimse kullanmıyor bu kelimeyi...
O vahşet daha sonra da sürmüş, çok kan dökülmüştü.
Günü gelip de hesap sorulduğunda polis kurumu da neredeyse baştan aşağı yenilenmiş, geçmişin izlerinden kurtulma niyetiyle adı da zabıta olarak değiştirilmişti.
Zabıta da dahil, içişleri bakanlığının ve silahlı kuvvetlerin tüm birimlerinde sivil yurttaşlardan oluşan denetim ve danışma konseyleri faaliyet gösteriyor artık. Görevini kötüye kullanıp haddini aşanlar, anında teşhir edilip cezalandırılıyor.
Bu arada geçmişin kanlı cezaevleri ve işkence karakolları tümüyle yıkılarak yeni baştan yapıldı. İbret olsun diye aynen korunup müzeye dönüştürülen birkaçı hariç...
* * *
Nefret dolu bir lideri vardı o zaman Türkiye'nin. Kavga-dövüş, bağır-çağır bir adamdı. Anladığı ve anlamadığı bütün işlere karışır, önüne geleni azarlardı. Hatta iktidarının son aylarında birkaç defa canlı yayında adam dövmüş, bir keresinde de dayak atarken kendi hiddetinden kalp krizi geçirmişti.
Hakkında çok dava açıldı sonra. Gezi'den tutun da yolsuzluklara kadar. İyi olmadı sonu...
Ve bir daha onun gibi biri asla devletin başına gelemedi.
Hafızam alay ediyor benimle galiba. Soyadı Erdoğan'dı, ama adını hatırlayamıyorum. Uzunca bir adı vardı galiba. Recep Tayyar mıydı, neydi?.. Her neyse, zaten unutulmaya mahkûmdu...
O gittiğinde, son ana kadar kendisine neredeyse tapan partilileri, sözde en yakın dostları, militan taraftarları ve yandaş gazetecileri şaşılacak kadar hızlı bir evrim geçirdiler. Anında "sattılar" o güne kadar "biat ettikleri" önderlerini. Bunu da yaşadık ve gördük...
* * *
Son yıllarda başbakanlık diye bir mevki kalmadı. Hükümet, üst düzey bir profesyonel memur, bir "manager" tarafından yönetiliyor. Çoğunlukla da yabancı ülkeden transfer edilen biri yapıyor bu işi.
Nutuklar atmak, politika yapmak falan yok. Ülkeyi, ekonomiyi adam gibi yönet, yeter!
Öyle tepeden resmî kararlarla atanan valiler falan da kalmadı çoktan. Her şey seçimle... Ama yöneticiler en fazla iki yıl için seçilebiliyor ve çalışmayan anında geri çekiliyor.
Birine ulusal ve etnik nedenlerden, dinsel ya da cinsel tercihlerinden dolayı, değil hakaret etmek, imada bulunan bile kalmadı. Cezası okkayla çünkü...
Ha, bir de devlet organlarında ve yerel birimlerde yöneticilik yapanlar için "ahlak kodeksi" kabul edildi.
Keşke bütün bunlar çok önceden olabilseydi de Gezi'deki trajediler yaşanmasaydı.
* * *
O dönem internet gazeteciliğinin acemilik yıllarıydı. Biz de Gezi Meydanı'na yakın bir yerdeki ofisimizde emekleme devrimizi yaşıyorduk.
O zamanki adı T24 olan internet gazetesinde çoğu gencecik 7-8 gazeteci vardı. Şimdi isimlerini hatırlamıyorum. Onlar da şimdi benim o zamanki yaşıma gelip geçmişlerdir herhalde.
Olayların başladığı günlerde, bu gençleri birkaç kez haber yapıp fotoğraf çekmeleri için meydana ve yaralıların kaldırıldığı hastaneye göndermiştim. Ve onları gönderirken çok korkmuştum. İnsanların kaza kurşununa, hatta "kaza bombası"na, gaz fişeğine kurban olup gitmesi işten bile değildi.
Değer miydi, bir haber ve bir fotoğraf uğruna? Elbette değmezdi. Ama böyle düşünülerek de gazetecilik yapılamazdı.
Allahtan "gazlanmak" dışında bir şey gelmedi başlarına.
Ben de birkaç kez gaz yemiştim. Bir keresinde gaz yağmuru altında bir de panik yaratıp herkesi önünde koşturan polis yüzünden, kaçan yüzlerce kişi arasında bir kadına çarpmıştım. Kadın bir kenara savrulmuştu ve ben ne yardım edebildim ona, ne de özür dileyebildim. Arkamdan gelenlerin dalgası altında boğulmamak için koşmaya devam etmek zorunda kaldım. Hâlâ yaradır içimde o kadın...
* * *
Çoktandır geldiğim yoktu buralara. Büyük şehirlerden yorgun düştüm. Daha Gezi öncesinde keşfettiğim bir Ege kasabasında, deniz kenarında yaşıyor, belki de yaşamaktan ziyade, artık ölümü bekliyorum.
Şimdi İstanbul'un eski adı Taksim olan en merkezi semti Gezi'de, yemyeşil bir alanın ortasına dikilmiş devasa anıtın gölgesinde heyecandan titriyorum.
Oradaki sekiz taşlaşmış insan, bana yıllar öncesinin olaylarını hatırlatıyor.
Hepsi gencecik çocuklardı. Hatta biri, şu en kenardaki kalın kaşlı olanı, genç bile olamadan öldürülmüş bir çocuktu.
İsimlerini hatırlayamıyorum, yazık... Hafızam iyi tutmamış isim kayıtlarını. Ama duygularım sanki bugünkü gibi canlı.
Çok uzun yıllar geçti. 20, belki 30 yıl...
Gençler çoktan öldüler.
Ben hâlâ yaşıyor olmaktan utanç duyuyorum.
Şimdi Gezi'de, o zamanki unutulmaz direniş öyküsünde hayatını kaybeden sekiz insan için dikilen bu anıtın önünde saygıyla eğiliyor, belki de bir daha gelemeyeceğim İstanbul'a veda ediyorum.
@AksayHakan