Koronavirüs (Covid-19) salgını, bugün yüzlerce ülkeyi etkisi altına almış durumda. Her şey olağan seyrinde devam ederken tüm dünya bir anda karantinadan, can kayıplarından ve çöken ekonomilerden bahsetmeye başladı. Aslında virüslerin yol açtığı salgın hastalıklara yabancı değiliz. Yeni binyıla salgın hastalıklarla girmiş, 2002-2003 SARS Koronavirüsü ve 2009-2010 H1N1 (domuz gribi) deneyimini yaşamıştık. Dünya Ekonomik Forumu, salgın hastalıkların çok ciddi bir risk yarattığı ve ülkelerin bu hastalıklara hazır olmadığı konusunda uyarılarda bulunmuştu. Bu uyarılara rağmen, salgınlar ve Koronavirüs konusunda neden yeterli araştırmanın yapılmadığı, bu araştırmalara ve salgın hastalıklara karşı tedbirlere neden yeterli kaynağın aktarılmadığı gibi sorular, önemli politik sorunlara işaret ediyor. Fakat bu tartışma bir yana, bu şok edici, küçük bir uzman grubu dışında dünyadaki milyarlarca insanın halen anlamakta güçlük çektiği salgından önce de farkında olduğumuz bir şey vardı. Politik-ekonomik sistem ve kapitalizm, uzun süredir en ağır krizlerinden birini yaşıyordu. Bu salgına neden olan Koronavirüs'ün insan hücrelerine saldırmasını engellemek belki bugün mümkün değil; ama kapitalizmin insanlığa saldırısına karşı yapabileceklerimiz var.
2008 krizinin etkileri halen sürerken dünya ekonomisi, bu sefer çok daha ciddi bir çöküşün eşiğinde. Yatırım bankası Goldman Sachs, ABD’de üretim ve hizmet sektörlerinin durma noktasına gelmesi nedeniyle ekonominin yılın ikinci çeyreğinde (Nisan-Haziran) yüzde 24 oranında daralmasını beklediklerini açıkladı. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), dünya çapında 25 milyona yakın işçinin önümüzdeki birkaç ay içinde işini kaybedebileceğini bildirdi. Ancak daha gerçekçi tahminler, yalnızca ABD’de 80 milyon işin tehlikede olduğunu söylüyor. Üstelik bu kriz, 2008 krizinde olduğu gibi, ABD’deki yatırım bankalarından başlayarak birbirine göbekten bağlı dünya bankacılık sistemini vurmayacak. Kriz, aynı anda salgınla boğuşan dünyanın dört bir yanında hem finans sektöründe hem de reel sektörde patlak verecek.
Çünkü pandeminin tetiklediği ekonomik krizin nedenleri, çok daha derinlere uzanıyor. Servet birikimini gerçek üretken faaliyetten sistematik biçimde ayıran ve merkez bankalarının sınırsız likidite transferine dayalı, istikrarsız bir küresel ekonomi yaratan finansallaşma, yatırımların ve üretimin düşmesine, borçların ve işsizliğin sürekli yükselmesine neden oldu. Kamu kaynakları ve yurttaşlardan toplanan vergiler, bankacılık sektörü ve özel sektör için sürekli seferber edildi.
Peki, olağanüstü bir süreçten geçtiğimiz bu günlerde insanlar, ekonomiyi kurtarmayı vadeden kuruluşlar için yaptıkları bu fedakarlıkların karşılığını şirketlerden alabilecekler mi?
Yıllarca büyük ilaç şirketleri, insanların ihtiyaçlarından trilyonlarca lira kazandı; fakat bugün büyük şirketler, virüse karşı aşı geliştirmek için yatırım yapmakta tereddüt ediyorlar. Çünkü, böyle bir araştırmayı yürütmek için çok büyük bir kaynak yatırımı gerekiyor. Dahası aşının bulunacağına ilişkin kesinlik yok, aşı bulunsa dahi insan sağlığını tehdit eden yan etkileri olabileceği için yaratacağı risk büyük ve virüsün mutasyona uğraması aşıyı tamamen etkisiz kılabilir. Dolayısıyla "işin" karlılığından şüphe duyan ilaç şirketleri, büyük yatırımlar yapmaktan kaçınıyor. Büyük şirketlerin boş bıraktığı alanı ise hükümetlerin ayırdığı kısıtlı kaynaklar, üniversiteler ve çeşitli yatırımcılar tarafından fonlanan tıbbi araştırma şirketleri ile enstitüler doldurmaya çalışıyor. Diğer yandan, geliştirilecek tedavi için siyasi ve ekonomik rekabet de oldukça görünür. Henüz aşı deneme aşamasındayken dahi Washington, aşı üzerinde tekel hakkını elde etmek için bu alanda çalışma yapan, Almanya menşeili bir CureVac şirketini ABD’ye kaydırmaya çalıştı.
Bir Koronavirüs tipi olan SARS virüsü 2002-2003 yıllarında ortaya çıktığında bu alanda çalışan kişiler ve araştırmalar için kaynak aktarımı sürseydi ve oluşturulan ekipler çalışmaya devam edebilseydi, bugün bu yeni tip Koronavirüs için tedavi çok daha hızlı biçimde geliştirilebilirdi. Fakat bunun yerine, tıp alanında araştırmalar daha kârlı alanlara kaydırıldı. Hatta yaşadığımız kriz, insan hayatının piyasa koşullarında ne kadar önemsiz olduğunu kanıtlayan bir piyese dönüştü. Örneğin, solunum cihazlarında kullanılan vanalar yeterli gelmeyince İtalya’da bir firma, 3 boyutlu yazıcılarla tüpleri 1 dolara mal ederek üretmeye başladı. Fakat, cihazları üreten asıl firma, bu üretimi yapan kişileri telif hakları nedeniyle dava etmekle tehdit etti.
Tüm dünyada savaş sanayi yatırımlarına trilyonlarca lira harcanıyor. Türkiye’de de hükümet, ülkenin savaş sanayi başta olmak üzere yüksek üretim ve teknoloji kapasitesine sahip olduğunu ifade ediyordu. Bu üretim kapasitesi, bugün Covid-19 salgınına karşı gerekli sağlık teknolojilerini üretmek için kullanılabilir. Yıllarca sol siyasetler, tüm dünyada savaşa değil; eğitim, sağlık gibi insanların ihtiyaç duyduğu harcamalara bütçe ayrılması gerektiğini ifade ettiler. Fakat bu talep, belki de uzun süredir ilk defa gerçekten tüm insanların anlayabileceği ve katılabileceği bir çağrıya dönüşme kapasitesine sahip.
Fakat, üretimin insanların en çok ihtiyaç duydukları araçları üretecek biçimde yeniden düzenlenmesi bir yana, üretimin kendisi, insan sağlığını ciddi biçimde tehdit etmeye devam ediyor. Bugüne dek, ülke liderleri yaptıkları açıklamalarda, salgın hastalıklar nedeniyle yaşamları altüst olan olan işçi kitleleri için neredeyse hiç endişe duymadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. ABD Başkanı Trump, karantina ve "sosyal izolasyon" ile ilgili yeni yönergeler yayımladı; fakat işçilerin her gün işe giderken bu yönergelere nasıl uyacağından söz etmedi. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, imalat ve hizmet endüstrilerindeki milyonlarca işçinin enfekte olabilecekleri, güvenli olmayan koşullarda çalıştıkları gerçeğini tamamen göremezden gelerek yurttaşlara dışarı çıkmamaları telkininde bulundu. Liderler programlarını açıklarken işten çıkarmaların yasaklanmasından ve ücretli sağlık izinlerden söz etmedikleri gibi, salgının işlerini kaybeden ve zorla ücretsiz "izne" ayrılan işçiler ve aileleri üzerindeki muazzam finansal etkisiyle nasıl başa çıkacaklarına da değinmediler.
Bu tablo karşısında yeniden sormamız gereken soru şu: Kaynaklar, insanların ihtiyaçlarına göre mi kullanılacak; yoksa kar ve iktidar hırsı üretim ve dağıtım ilişkilerini belirlemeye devam mı edecek?
Savaş zamanları ve olağanüstü olayların cereyan ettiği dönemlerde, toplumsal çelişkilerin hem derinleştiğini ve hem de daha görünür olduğunu biliyoruz. Örneğin 2. Dünya Savaşından sonra pek çok ülke, sosyal sağlık sistemleri yarattı. Koronavirüs ise dünyanın yalnızca bir bölümünü etkileyen bir savaş değil; tüm dünyayı etkisi altına alan bir kriz ve günümüz iletişim teknolojileri sayesinde bilgi ve talepler neredeyse sınırsızca tüm dünyadaki insanlar tarafından paylaşılıyor. Eğer bu talepler örgütlenebilirse kapitalizmi çok ciddi biçimde sarsma potansiyeline sahip.
Görünen o ki, dünya liderleri bu süreçte tıpkı ekonomik krizlerin derinleştiği dönemlerde olduğu gibi, büyük şirketlerin kredi borçlarını ertelemeye, bütçeden ve işsizlik fonundan şirketlere mali destekler vermeye, vergi indirimleri yapmaya devam edecekler. Bunu yaparken de şovenist bir retoriği kullanmaya, salgını dışarıdan gelen bir saldırı gibi göstermeye devam edecekler. Kimi zaman, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı gibi, Türkiye’de sağlığın nasıl hızla piyasalaştığının üzerini örtmek için Batılı ülkelerin sağlık sistemlerini eleştirecekler; kimi zaman ise Trump gibi Koronavirüs'ten bahsederken ısrarla sanki bir işgal gücünden söz ediyor gibi "Çin virüsü" diyecekler. Türkiye’de de "Fırat Kalkanı"na benzer bir kelime seçimiyle "Ekonomik İstikrar Kalkanı" ifadesinin tercih edilmesi, salgının ekonomik etkilerine karşı hazırlanan bir tedbir paketinin bile hızla savaşın bir parçası haline getirilebileceğinin ipuçlarını veriyor. Otoriter yönetimlerin gösterilere ve sosyal protestolara yönelik yasakları kalıcı hale getirmek için salgın tedbirleri kapsamında uygulamaya konulabilecek "olağanüstü hal"i kullanabileceklerini de unutmamamız gerekiyor.
Diğer yandan Güney Kore gibi ülkeler, internet teknolojileri aracılığıyla şeffaf biçimde enfekte olmuş kişilerin bulunduğu bölgeleri eşzamanlı kamuoyuyla paylaşırken, Türkiye’de tanısı doğrulanan ve hayatını kaybeden kişilerin profilleri, şehirlere göre dağılımı, ülkemizde bulunan tanı testlerinin sayısı, hastanelerin ve ilaçların öngörülen hasta sayısı için yeterli olup olmadığı gibi hayati bilgiler, yetkililer tarafından yurttaşlarla paylaşılmıyor.
Bugün, politikacılara ve sürecin yönetilme biçimine duyulan güvensizlik, endişeyi artırıyor. İnsanlar, bencil oldukları veya irrasyonel davrandıkları için değil; bu güvensizlik nedeniyle ilaç ve gıda stokları yapmaya, farklı kaynaklardan bilgi edinmeye çalışıyorlar. Bu endişeyi bireysel saldırganlık ve insanlar arasında düşmanlık yerine örgütlü taleplere evirmek hepimizin elinde. Beslenme, izolasyon, bilgi edinme gibi ihtiyaçları karşılayamama, kalabalık biçimde bir arada yaşama gibi zorunluluklar ve sağlık hizmetlerine eşitsiz erişim gibi nedenlerle bu salgından en ağır biçimde yoksullar etkileniyor. Şimdiden istatistikler, dünyada yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların çoğunlukta olduğu mahallelerde ve çevrelerde salgının yayılma hızının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Bugün Kanada, ABD, İtalya ve İspanya gibi pek çok ülkede işçiler, işe gitmeye zorlandıkları için maruz kaldıkları tehlikeye karşı çıkmak amacıyla protesto ve grevler başlattılar. Yine, dünyanın pek çok yerinde müşterek ihtiyaçların karşılanması için umut verici dayanışma ağları kuruldu. Fakat, yeterli kaynaklar olmadığı müddetçe bu dayanışma ağlarının sürdürülemeyeceği açık. Bu nedenle, bugün hakkımız olan kaynakları talep etmemiz gerekiyor. Toplumsal hareketlerin parçası olan milyonlar ve işçiler, bu politika değişikliği için öncü olabilirler.
* Tüm yurttaşların test ve sağlık hizmetlerine ücretsiz ve eşit erişimi
* Toplumun işleyişi için elzem olmayan üretimin tümüyle durdurularak salgına karşı gerekli sağlık teknolojilerini üretmek için yeniden organize edilmesi
*Tüm çalışanların izin süresine sayılmaksızın, ücret ve sigorta kesintisine neden olmaksızın ücretli izinli sayılmaları
* Zorunlu üretim alanlarında çalışacak işçiler için güvenli ve insanca çalışma koşullarının sağlanması;
* Tüm sağlık çalışanlarının gerekli ekipmana erişimi
* İlaç ile medikal endüstrisi ve hastaneleri içine alacak biçimde tüm sağlık hizmetlerinin kamulaştırılması
* En düşük emekli aylığının ve asgari ücretin yoksulluk sınırının üzerine çıkarılması
* Büyük şirketlerin değil yurttaşların borçlarının ertelenmesi, yurttaşların kredi ve kredi kartı faizlerinin silinmesi
İşsizlik fonunun sermaye için değil, doğrudan tüm göçmenleri de kapsayacak biçimde işsizler için kullanılması ve prim gün sayısına bakılmaksızın işsizlik maaşının herkes için hayata geçirilmesi; gibi insanların hayatına temas edecek tedbirler içeren bir paketin yaşama geçirilmesi için sosyal ve ekonomik yaşamı dönüştürecek, gerçek talepler üzerine konuşmaya başlamak için bugün çok hayati bir dönemeçteyiz. Fakat salgının yarattığı krizin kendiliğinden bir dönüşüme yol açmayacağını da biliyoruz. Tüm dünyada kapanan işletmelerin işçi ücretlerini aşağı çekmesi, otoriter yönetim biçimlerinin meşrulaştırılması, demokrasinin askıya alınması ve salgının yarattığı krizin maliyetinin onlarca yıl boyunca işçilere ödetilmesi gibi tehditler de karşımızda duruyor. Bu nedenle, bu talepleri zorlayacak dönüştürücü ruhun bir arada örgütlenmesi gerekiyor.