05 Aralık 2024

‘Farz Et Ki Sen Yoksun’ ama varlığına dair her şey burada

‘Farz Et Ki Sen Yoksun’ ama bir gün olmayacağın bir dünyayı tasavvur etmenden beklenen senin yokluğun mu olmadığın bir dünyanın varlığı mı? Bu sorularla da izlediğiniz Ömer M. Koç’un koleksiyonu geçici değil kalıcı olmayı hak ediyor. Koç’un sanatı ve sanatçıyı desteklediğini anlıyoruz, fakat sergi, bize yapabileceklerinin yaptıklarından daha fazla olabileceğini de gösteriyor

Pieter Bruegel’in 1563 yılında yaptığı “Babil Kulesi” adı tablosu, ölümsüzlük arzusuyla tanrıya ulaşmaya çalışan insanoğlunun nafile çabasını betimler. Resimde Eski Ahit’te (Ahd-i Atik) adı geçen “Tanrı Kapısı” Babil Kulesi’nin yapım hikâyesi anlatılmaktadır. İşçiler ve taş ustaları kralın bakışları altında canhıraş çalışır. İnşaatı devam eden kule bir yandan kolonlar, vinçler, merdivenlerle yukarı doğru uzarken diğer yandan yıkılmaktadır.

Babil Kulesi, Bruegel

Dünyevi şeylerin geçici olduğunu anlatan bu resim sanatın kalıcılığına da çok güçlü bir örnektir. Neredeyse 500 yıldır anlattığı bu hikâyeyi daha kaç yüzyıl anlatmaya devam edecek bilmiyoruz.

Fakat bildiğimiz bir şey var ki, varlık ve yokluk kavramı geçmişten günümüze pek çok sanatçı tarafından konu edildi ve edilmeye de devam edecek.

Biz de “Farz Et Ki Sen Yoksun” adlı sergide koleksiyoner Ömer M. Koç’un (Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı) bu kavram etrafında gezen eserlerden oluşturduğu ve özel alanından kamusal alana taşıdığı bir seçkiye davet ediliyoruz. Koleksiyonerin Bruegel’in “Babil Kulesi”ni de koleksiyonuna katmak isteyeceğinden eminim. Ancak Viyana müzesinde sergilenen resim için bu pek mümkün görünmüyor.

Selen Ansen’in başarılı küratörlüğündeki sergi nicelik ve nitelik açısından zengin olduğu kadar mekân kurgusu açısından da öne çıkıyor.  

Albrecht Dürer’den Antoni Tapies’e, Picasso’dan Gustav Klimt’e, Osman Hamdi’den Semiha Berksoy’a, Yüksel Arslan’dan Hale Tenger’e, Anselm Kiefer’dan Cindy Sherman’a  kadar 400’e yakın sanatçıya ait 600’den fazla sanat eseri, ev eşyası, tasarım nesnesi ve kitap, hiyerarşik bir dizilim olmadan Arter’in 3. ve 4. katına yerleşmişler. Rönesans’tan çağdaşa, hiperrealistten nonfigüratife sanatta envai çeşit yaklaşıma davet edildiğiniz sergiye Nâzım Hikmet, Charles Baudelaire, Oscar Wilde, Marcel Proust, Orhan Veli ve Atatürk’e ait el yazıları da dahil edilmiş.

Sergi, adını Ömer Hayyam’ın rubailerindeki bir dizeden almış:

Boş yere o kadar kederlenme, şen yaşa.
Bu zulüm yolunda sen adaletle yaşa.
Mademki, bu işin sonu yokluktur;
Sen kendini şimdiden yoksun farz et de hür yaşa.

Farz Et Ki Sen Yoksun ama varlığına dair her şey burada. Yaşam ve ölüm, eski ve yeni, yüksek ve alçak, güzel ve çirkin, geçici ve kalıcı, insana dair ne varsa... Bir gün sonlanacağı düşünülen kaygı, keder, sevinç, korku ve arzulara dair ne varsa saklamaya, muhafaza etmeye dair bir sergi.

‘Soyağacı burada bitiyor tatlım’

Arter’in iki katına yerleşen sergi mimari olarak düzenlenmiş odalar, geniş salonlar ve koridorlardan oluşuyor. Bu odalara benzerlik ve zıtlıkların uyumlu birlikteliği ile yerleşen irili ufaklı resimler, heykeller, endüstri ürünleri ve nadide anonim eserlerin tümü bir gözü açılırken diğeri kapanan çok gözlü bir organizmaya benziyor. İzleyicinin farklı açılara çekilerek kavrayabileceği bir yapı.

İlk salonda bizi bir tiyatro sahnesi karşılıyor. Sanat eserleri ve ev eşyaları ile düzenlenmiş dekorda aralanmış perdenin arkasından bir fotoğraf kendini gösteriyor. Sandalyenin üzerinde bir not: “The family tree stops here darling” (Soyağacı burada bitiyor tatlım.) Sehpanın üzerinde ve yerde içi muzla kaplı bir çift ayakkabı yerleştirmesi var: “Adımına dikkat et”.  Bir oyun sahnesinde olduğumuzu düşündüren yerleştirmeyi selamlayıp geçiyoruz.

‘Soyağacı burada bitiyor tatlım’

Dekor perdesini bir sonraki odacıkta gerçekçi anlayışla yapılmış görsel imgesi takip ediyor. Resmin altında gördüğümüz beyaz zemin üzerinde gerçeğinden ayırt edilemeyen balmumu iki heykel birbirine zıtlık oluşturacak biçimde uzanıyor. Siyah bir çerçeve ortadan bu iki figürü birbirinden ayırmış. Biri dünyadan ümidini kesmiş sırtüstü yatarken diğeri yüzüstü yeri kucaklıyor. Diliyle iletişim kuruyor. Bu pozisyonları zıtlık oluştururken aynı dünyanın insanı olmaları benzeştiriyor. Yanılsamanın sınırlarını zorlayan gerçek ve temsilin yan yana gelişini aynalarda da görüyoruz. Yansıma ve yanılsama temsilleri iç içe.

Koleksiyonerin görme ve düşünmeye dair açılarına davet edildiğimiz bu mikro evreninde seçili tüm ‘şeyler’ birbiriyle bağlantı içinde, hiyerarşik ilişki kurmadan bir araya gelmişler. Üstelik zıtlar sürekli birbirine işaret ederken benzerler sergide bir ritim oluşturuyor. Örneğin sırtı dönük resim ve heykel figürlerini takip ederken “her şeyi gören göz” adlı duvar saati gibi göz yerleştirmeleri tarafından izleniyorsunuz.

‘Her şeyi gören göz’

Bir yere ulaşmayan merdivenler

Çok sayıda merdiven modelinin sergilendiği bölümde hiçbir yere ulaşmayan merdivenler dünyanın gelip geçici olmasına atıfta bulunuyor. Bir dönem Fransa’da loncalara girmek isteyen marangoz çırakları tarafından ustalıklarını sergilemek için yapılmışlar. Çıkacak bir yeri olmayan merdivenlere bu sefer mekânsal ve sınıfsal aidiyete gönderme yaptıkları açıdan da bakabilirsiniz.

Bir yere ulaşmayan merdivenler

Gergedan başından bir heykelin yerleştirildiği dev kütüphane görselinin üzerine asılı resimde insan beynindeki kütüphane betimlenmiş. Plastik kovaların içinde, küvetlerde eriyen bedenler, üzerlerine tuttukları derileri büyük gelmiş insanlara ait fotoğraflar, el yazmaları, düşünürlere ait aforizmalar…

Kütüphane

Hiyerarşi

Anlattıklarım serginin sadece çok küçük bir bölümü. İç içe geçmiş imge bombardımanına uğrayabilirsiniz. Bu arada sanatçı isimlerini her işin altında ya da yanında görmüyorsunuz. Kimlere ait olduğunu, gruplanan işlerin krokilerinde numaralandırılmış bölümlerinden okuyabilirsiniz. Bu da bizi sanatçısına odaklanmaktan çok işlerin kendileriyle daha çok yakınlaştırıyor. Serginin amacına uygun olarak kafamızda da bir hiyerarşi yaratamıyoruz. Küratörün hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum.

Galeriden çıktığımda kendimi düşünmekten alıkoyamadığım diğer bir şey de, sadece bir bölümü olduğunu anladığım Ömer M. Koç koleksiyonunda daha nelerin olabileceğiydi. Türkiye’de Batı’yla karşılaştırılamayacak ölçüde zayıf sanat müzelerimizin olduğunu biliyoruz. Dünyaca bilinen önemli sanatçıların orijinal eserlerini görebilmemiz, ancak nadiren gelen sınırlı sayıdaki sergilerle mümkün. Bu nedenle bu kadar zengin bir koleksiyon geçici değil kalıcı olmayı hak ediyor.  En azından edinilen zenginliklerin topraklarında yaşayanlar olarak bizler de bunu hak ediyoruz. Sanatın özel duvarlar arasında muhafaza edilmesi doğasına aykırı. Ömer M. Koç’un sanatı ve sanatçıyı desteklediğini anlıyoruz, fakat bu sergi bize yapabileceklerinin yaptıklarından daha fazla olabileceğini de gösteriyor.

Evet, Farz Et Ki Sen Yoksun ama bir gün olmayacağın bir dünyayı tasavvur etmenden beklenen senin yokluğun mu olmadığın bir dünyanın varlığı mı?

Sergiyi dolaşırken bazı eserleri ürkünç bulanların konuşmalarına da kulak misafiri oldum. Son zamanlarda sık gözlemlediğim bir durum bu. Ne var ki sanat, insana dair olan her şeyde olduğu gibi,  güzeli olduğu kadar çirkini de konu eder. Başkalarının acısına sanat üzerinden bile bakmaya dayanamayan insanların galerinin kapısından çıktıklarında karşılaştıkları dış dünyadan nasıl bir kaçış yolları var?

Arter’de yaklaşık bir yıldır devam eden ve 29 Aralık’ta sona erecek sergiyi henüz gezmediyseniz kaçırmayın; hararetle tavsiye edilir…

Gülay Kazancıoğlu kimdir?

İlk, orta ve lise eğitimlerini doğduğu kent olan Trabzon'da tamamladı.

Ankara Üniversitesi'ndeki mühendislik eğitimini resim bölümünde okuyabilmek için yarım bırakıp 1992 yılında Gazi Üniversitesi Resim Bölümü'ne geçti. 

1996 yılında lisansını tamamlamasının ardından Hacettepe Ünversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana Sanat Dalı'nda “Resimde Trajik” konulu yüksek lisans teziyle sanatta yeterliliğini verdi.

Ankara ve istanbul'da görsel sanatlar öğretmeni olarak da görev yapan sanatçı resim, heykel ve dijital enstalasyon çalışmalarına devam etmektedir.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaraları kanatmadan izleriyle hazine yaratan sanatçı Sarkis’ten “Gökkuşağı Renkleriyle Çocukların Yağmur Çağrısı”

Sarkis’in metaforik imgeleri dışsal dünyaya oldukları kadar içsel dünyasına da aittir. Zıtlıkları birleştiren, çokluk içinde uyum arayan katmanlı bir yapı olarak kullanılan gökkuşağı, Big Bang’den Gezi olaylarına yansıma ve kırılma anlarının sembolüdür

‘Hesaplar ve Tesadüfler’… Hayranlık ve bulantı…

Dijital sanatın kat edebileceği yolları düşününce bugün emekleme devresinde olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki “sanat”ın öznesi her zaman insan olacak. Sanatçının yaratıcı bakışından mahrum bırakarak toplanan verileri jeneratif bilgisayar sanatına teslim etmek, belki muazzam görüntüler yaratabilir ama bir noktadan sonra hayranlığın yerini bulantıya bırakması kaçınılmazdır

Yarattığı çelişkilerle sanatta “kültürel bellek” istilası

“Kültürel bellek” geçmişten çağrılan imgeleri sürekli olarak önümüze taşıyor. Zaten varlığımızın bir parçasıyken, farkındalık adına önümüze yığılıyor. “Bugün”ü anlamak için geçmişe bakarken önümüzü göremez hale geliyoruz

"
"