Toplumsal dünya dediğimiz şey, ekonomi, hukuk, sağlık gibi bazı alanlar’dan oluşur.
Siyaset de toplumsal dünyayı oluşturan bu alanlardan biridir.
Siyaset, ‘özgürlükler’ meselesinin alanıdır. Mesele özgürlük olduğu için Türkiye’de bu alan sıkı denetim altındadır. Bu yüzden, Taksim, Kızılay, Konak misali fiziki bir alan olarak da düşünebiliriz biz siyasal alanı… Burası da tıpkı onlar gibi istendiği zaman istenilen etkinliğe açılabiliyor, istendiği zaman da istenmeyen bir etkinlik için kapanabiliyor. Açık olduğu zamanlarda da girişler ancak belli bazı kontrol noktalardan, üst baş aranarak, sınırlı ölçüde yapılabiliyor.
Medya da siyasetle çoğul bağlantıları olan toplumsal bir alan. Fakat Türkiye’de bu alan siyasal alana nispeten daha düşük yoğunluklu bir denetimle gözaltında tutuluyor gibi. Fiziki alan benzeştirmesini sürdürmek gerekirse, burayı da mesela, nasıl diyelim, yeşil alan misali, her şeye rağmen güneşli güzel günlere inananlara bir ölçüde müsaade tanınmış bir yer olarak düşünebiliriz. Ama yeşil alan dediysek, siz bunu “Papazın Bağı” veya “Çırpıcı Çayırı” enginliğinde düşünmeyin; daha ziyade, büyükşehirde otoban kıyısına serpiştirilmiş, refüj aralığına sıkıştırılmış çimenler gelsin aklınıza. Bu gibi sınırlı alana sıkışmış epeyce insan, onca darlıkta bir şeyler yapmaya çalışıyor. Tarımda birim alandan maksimum verim sağlayan rekolte artışı gibi, bu sınırlı sayıdaki mecrada, şüphesiz dijital medyanın da verdiği olanaklar sayesinde, her gün, her hafta, her ay çok sayıda yazar, okunamayacak kadar çok sayıda yazı yazıyor. Söz, en bereketli; dil, en konuşkan döneminde gibi.
Sanki kendi kendimize çalıp söylüyoruz
Yazıyoruz… Çünkü Tanrı’nın ve insanların yasasını her gün düzenli olarak çiğneyen bir yaşam hüküm sürüyor Türkiye’de. Çevremize şöyle bir baktığımızda gördüğümüz herhangi bir şey, mutlaka ya aklımızı oynatacak ya da yüreğimizi parçalayacak bir şeydir.
Yazmazsak olmaz. Çünkü bunca gerçeğin hepsini birden reddetmeye kimsenin gönlü razı olmaz.
Ama işte Türkiye gerçeğinde bu tam da Fuzûlî’nin o güzel dizesine denk geliyor: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
Gönül razı olmadığı için söylenen sözün, razı olunası toplumsal dünyayı yaratacak geniş kesimler üzerinde tesiri yok. Çünkü gerçeklikten uzaklar. Gerçeklikten bu kadar uzak olmak, insan ruhunda tahmin bile edemeyeceğimiz büyük yıkımlara yol açabilir. Dünyayı o yıkıntılar altından seyreden kitleler, söz söyleyen sesi işitip de “Bana seslenen, beni dert edinen eden salt insanlıktır” diyemez, çünkü kendisinden esirgenmiş, ömründe hiç görmediği bir şeyi karşısına çıktığında tanıyamaz. İnsaniyeti tükenmiş hayat aradaki engeli büyüttükçe, bel bağlanılan buluşmalar da düşselleşiyor.
Bu gerçeklik içerisinde sanki kendi kendimize çalıp söylüyor gibiyiz.
Mehmet Yılmaz’ın ironisi, Metin Münir’in bahçesi
Kendi kendine eğleşmenin de kendine göre bir bıkkınlığı oluyor. Biraz kibir sahibi olanımız, çağının çirkef gerçeğine katlanabilmeyi arzulayan Mirabeau gibi, “Tanrım, bana da biraz bayağılık ver!” diyor. Tüm ümitlerini gerçeğin çirkefine yedirmiş olanlarımız, Dostoyevski’nin yeraltı insanı gibi “Onlar hep birlik, ben ise tekim!” diyerek, dışarıdaki dünya ile eşitlenmeye karşı bir direniş biçimi geliştirdikleri düşüncesiyle, kendi iç dünyalarına çekiliyor. Ama her şeye rağmen Marx’ın sabrını gösterebilenler de var. Onlar da “tarihin köstebeği” gibi mütemadiyen çalışıyor, çalışıyor, çalışıyorlar… Aklımızı oynatacak ya da yüreğimizi parçalayacak her şeyi bıkıp usanmadan tek tek gösteriyor, yorumluyor, izah ediyorlar; akıldışı gerçekliği bizim için anlaşılır kılıyorlar. Onları okuyunca, “Hah…” diyorsunuz, “…bunu anladım. İşte bunu da anladım!” Anlamanın saadetini yaşıyorsunuz.
Bunun dışında medyada kendi zamanının ürünü olan ilgi çekici bazı özel tavırlar da var, onlar da aynı zevkle okunuyor. Mesela, çok uzağa gitmeden, hemen buradan, T24’ten örnek vereyim: Biri Mehmet Y. Yılmaz, diğeri de Metin Münir tavrı. Bunların her ikisi de akıldışı gerçeklikle bir çeşit baş etme stratejisi geliştiriyorlar. Mehmet Y.Yılmaz, ironi ile yapıyor bunu. Metin Münir ise, tüm benliğiyle doğaya daha derin gömülerek…
İroninin sanat ve edebiyat tarihindeki yeri, en kısa ifadeyle, yeryüzünün tümel akıldışılığına karşı aklın bir savunusudur. Mehmet Y.Yılmaz’ın harikulade ironisi de akıldışı olanı çok yumuşak biçimde göğüslüyor. Yani bazen öyle meseleler oluyor ki sahiden dalga geçmekten başka çıkar yol kalmıyor. Yılmaz da bunu yapıyor. Böyle yapmakla da akıldışına çıkmış yaşamla özdeşleşmeyi öteliyor, bir mesafe koyuyor. İçerdiği mizah, sınıflı toplumların başlangıcından beri, iktidar sahiplerinin ve onlara dayanak olan dar görüşlülüğün gülünçleştirilmesi işlevi görmüş olan mizahın evrensel tarihine yakışır biçimde, günün dar kafalılığına karşı güçlü bir eleştiridir. Siyasetin gösterişli ciddiyeti ardında gizlenmiş, bazen hazin, bazen gülünç olan akıldışılığı ustaca açığa vuruyor. Katlanılmaz hale gelmiş gerçeklikten saçmalayarak sıyrılan düzayak mizahlardan değil onunki, bir vicdan var orada, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı nükte ile ayağa kalkmış bir vicdan…
(Mehmet Y. Yılmaz)
Metin Münir de zevke okunan yazılarında bize Ozanköy’deki bahçesinden sesleniyor. Konularını ağaçlardan, böceklerden, meyvelerden seçiyor. Ama bunun burjuva toplum yaşayışını onaylayan soyut bir karşı çıkış olarak ünlenmiş o bildik “doğaya kaçış” ile hiçbir ilgisi yok. Doğa, güçsüzlüğü, çaresizliği ve boyun eğmişliği savunan bir ideolojiye dönüşmüyor onda. O sadece, Rousseau gibi “toplumun genel akılsızlığından akıllıca uzak durmak” niyetinde, hepsi bu. Kendisini badem ağaçlarının, çimenlerin, çiçeklerin ortasında görünce hoşnut olduğu çok açık. Ama Metin Münir’e sürekli bir hoşnutluk verecek şeyin yalnızca bütün insanların mutluluğu olduğu da çok açık. Her yazdığından anlaşılan tek şey, dünyayı cehenneme çevirmiş insanlara rağmen toplumsal yaşamın tadını hâlâ tadabilecek bir hayat sevgisine sahip olduğudur.
(Metin Münir)
Hangi akıl?
Her iki yazar da baktığınız zaman, hali vakti yerinde bir entelektüelin kendini rahatlıkla toplumdan geri çekmesine yol açabilecek dış dünyayı, aksine, kendisine ciddi olarak mesele ediyor. Çünkü dünyayı, o dünyadaki kendi yerleriyle sınırlı görmüyorlar, tüm zenginlikleri ile görüyorlar. Kişinin dünyayı kendi bulunduğu yer ile sınırlı olarak görmesi, mevcut toplumsal yaşam biçimine direnmemesiyle, kendi küçük dünyasındaki kişisel yaşamına sığınmasıyla sonuçlanır, nitekim de öyle oluyor. Bu ise insanın kendini özgürleştirmesine değil, sadece kendisi için verili toplumdan serbesti istemesine ve bununla yetinmesine yol açıyor. İçine çekildiği özel dünyası ise, çoğunlukla bir saklanma ve hırçınlaşma dünyası oluyor. Yalnız kalmış aklı ancak buna el veriyor.
Oysa her şeyin farkında olan bir akıl, yalnız kalmayı, dünya tarafından yalnız bırakılmayı değil, dış dünyanın değişmesini talep etmeli.
Toplumsal dünyada bir arada bulunduğumuz, üst üste yığıldığımız insanlardan duygusuzca yalıtılmaya karşı direnmek için, dünyayı bugüne dek değiştirmiş ve bundan sonra da değiştirecek olanın, yalnız kalmış akıl değil, döneminin bütün egemen ahlâk ve ideolojilerinden özgürleşebilmiş ve toplumun dinamik kesimleriyle bütünleşebilmiş akıl olduğunu görebilmek gerekiyor.