“Kompartımanda, Taras’ın yanında ve karşısında üç kişilik boş yer duruyordu. İşçilerden üçü hemen koşup oralara yerleştiler. Ama Nehludov yaklaşınca onun o tertemiz, güzel efendi giysilerini görünce öylesine heyecanlandılar ki başka yer aramak amacıyla hemen ayağa kalktılar. Adamları tekrar oturtabilmek için Nehludov pek çok ısrar etmek zorunda kaldı, kendisi de aralık başındaki sıranın ucuna ilişti. (...) Başlangıçta, yaşlı işçi pek sıkıldı, büyük bir çekingenlikle toparlandı, saboların içindeki ayaklarını beyzadeye değdirmemek için sıranın altına çekti. Bununla birlikte, az bir zaman sonra, yüreklendi, Nehludov’la öylesine dostça, candan sohbet etmeye koyuldu ki, birçok defa söylediklerinin önemini belirtmek amacıyla, nasırlı iri ellerini karşısındakinin dizine dayadı.”
Şefkatin ve merhametin büyük romanı Diriliş’te, statü bakımından eşit olmayan iki insan arasındaki çekinceli ama insiyaki samimiyet böyle anlatılıyor. Yoksulluk, paçavralar içindeki insanı, iyi giyimliler karşısında çekingen yapar. Bu çekingenlik, giderek, iki insan arasında efendi ve uşak ilişkisine dönüşür. Tolstoy’un bu pasajında da hüzün verici olan, işçilerin, hiç tanımadıkları birine, sırf iyi giyimli diye, uşakça itaate hazır olmalarıdır. Ama aynı pasajı şefkatli ve merhametli kılan şey, ayağındaki sabolarla can sıkıcı olmaktan ürken işçinin, bir süre sonra yüreklenip nasırlı ellerini çekinmeden karşısındaki şık beyzadenin dizine dayamasına müsaade etmiş bir insaniyetle yazılmış olmasıdır.
Kılık kıyafetinden dinlediği müziğe, yaşam karşısındaki cehaletinden seçmen olarak ortaya koyduğu tercihe kadar, yoksul dediğimiz insan hep bir can sıkıntısı unsuru olmuştur. Günümüzde onlara Tolstoy gibi şefkatle yaklaşanı çok nadir görürsünüz. Hele ki ülkemizde!
“Şefkat bu kadar kolay”
Devlet ve piyasa ideolojisinin körüklediği politik kamplaşma, ülkemizde şefkati zorlaştırdı. Birbirini hiç tanımayan iki insan bile sırf farklı bir inanca, düşünceye ya da yaşam tarzına sahip diye birbirine kindar bakıyor. Ama bir tutuklu avukat, Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı, hani şu babasının cenazesine kelepçeyle götürülen posbıyıklı oğul, bunun aslında hiç de zor olmadığını, o cenaze gününü anlatan yazısında bize gösterdi. Cenaze namazı öncesi elleri kelepçeli halde camiye getirirler avukatı… Gerisini kendisi anlatsın. Çok güzel yazmış. Araya girersek yazık olur:
“Otuz küsur yıl sonra ilk defa namaz kıldım. Lavabonun bulunduğu daracık sofayı copları ve bedenleriyle dolduran jandarma timine hayretle bakarak; ‘Abdest alacak sadece, telaşlanmayın…’ diyen imamla ilgili bir ferahlık… Uzun yıllar önce inancımı tamamen yitirdiğimi söyleyince; ‘Kaybedilen bulunmak içindir, bak yok demiyorsunuz kaybettim diyorsunuz, endişelenmeyin’ diye yüzünde kocaman bir gülümsemeyle önce bana sonra da bir imama bunun söylenebilmesinden dehşete düşmüş görünen jandarmalara baktı. Şefkat bu kadar kolay.
İyi ki bunların içine doğdum, iyi ki ‘Ölmeden önce ölünüz.’ çağrısına uyup devrimci oldum. Kalenderilerin, Babailerin, Celalilerin, Bedrettinlerin bizde sürüp giden ahlakının bana hâlâ bu ümmetin orta yerinde isyan edebilmek ve bu ümmeti hâlâ sevebilmek imkânı tanımasına mutlu oldum.”
Ne güzel, değil mi? Gerçekten de hiç de o kadar zor olmaması gereken şey işte bu kadar kolay!
Yerelin somut koşullarında zor görünen bu iş evrensel düzeyde yükselen “antihümanizm” ve “mizantropi” (insandan nefret etme) nedeniyle daha da zorlaşmış durumda. ‘Sıradan insan’ tespitleri, buradaki kuşkular ve ithamlar, hümanizma üzerinde suçlayıcı bir hale oluşturdu. Zira yakın geçmişte kendilerine “tarihin yeni devrimci öznesi” denilip umut bağlanmış olan, ezilen, horlanan insanlar, gerici politikaların destekleyicisi, GDO’lu ürünlerin tüketicisi, çevre katili kalkınmanın mesudu veya en masum haliyle şikâyetçisi olmayan kitlesi olmakla büyük bir hayal kırıklığı yaşattılar!..
Kılçık ayıklayıcılar
İtiraz edilemeyecek verilerden hareket ediyor olsalar da yerelde radikal laik/cumhuriyetçi propagandistlerin, evrenselde radikal ekolojistlerin, postmodernist sosyobiyologların indirgemeci yorumlarından yayılan antihümanizm ve mizantropiye itaat etmek zorunda değiliz. İnsan mutlak şekilde bu dünyanın felaketini hazırlamaya yazgılı bir varlık değildir. İnsan, “olan” bir varlıktır, onun özelliği “oluş” halinde olmasıdır. İnsan denilen varlığın yaşadığı yurdu ve gezegeni cehenneme çevirmiş olması, insan olmasından değil, henüz yeterince insan olamamış olmasındandır.
Bir potansiyel varoluş olarak insan, kendi taşıyıcısıyla, yani bugünkü eksik varoluş sergileyen insanla özdeş değildir. Fakat dramatik olan şu ki geleceğe dair düşlerimiz, yani tarih, bugün bu özneye yaslanmak zorundadır.
Fakat bu “halkperestlik” ile karıştırılmasın. İnsanı ve toplumu olduğu haliyle kutsamak, her eylediğini erdem mertebesine çıkartmak, totaliter ideolojilerin işidir. Ne de olsa toplumun düşkünlüğü, muktedirin gücünü tahkim etmede elverişli bir zaaftır. Çünkü o toplum içerisinde kimileri, yeri geldiğinde, işbilir ve becerikli bir uşak gibi, kendilerini bir parça refaha ulaştırabilecek olanların gönlünü hoş tutmakta hiç de geri kalmayabiliyorlar. Gelecek yüzyıllarda enine boyuna yaşanacak sorunların hissedilebildiği 19. yüzyılda Stendhal Kızıl ve Kara’da bunu ustalıkla tasvir etmişti. Piskopos muavinliğine bilgi bakımdan cahil, âlimlikte son derece yeteneksiz birinin getirilmiş olmasına genç papaz adayı Julien Sorel, önce akıl sır erdiremez. Julien, bu adamın “özel hüneri”nin ne olduğunu sonradan öğrenir: Meğer bu adam, Piskopos’un, yani kendisini o makama taşıyacak olan amirin yediği balığın kılçıklarını ayıklarmış.
Gündelik hayatın en sıradan anlarında, en ufak tefek işlerinde dahi, en büyük toplumsal menfaatleri yönetmeye yetecek ihtirasların sergilendiği günümüzde, insan gerçeğinin bu taraflarında değişen bir şey yok. Devlet ve piyasa ekseninde biçimlenen günümüz kurumlarında da “kılçık ayıklayıcılar” yok mu? Seksen milyon içinde onları ayıklamak hiç de zor olmasa gerek!
İşime yararsa ben de ona yararım!
Bu çıkar ilişkisi, kılçık ayıklamanın dışında, günümüz insanını, şu dünyada “sadece istemeyenin tükürüğe boğamayacağı” en alttaki insanı bile, yeri geldiğinde, başkalarına karşı sınırsızca gaddarlaştırabiliyor.
Gaddarlaşmamak da mümkün. Ama bunun merhamet ölçüsü de belli: “İşime yararsa ben de ona yararım.” İnsanın bu menfaatçi yönüyle o kadar içli dışlı olunmuş, öylesine kaynaşılmış ki, kimse kimseyi alçak yerine koymuyor.
İnsan sevgisini, bu ve bunun gibi yanlış bir yerde, yanlış bir uzlaşma içinde dile getirmek, hümanizma filan değil, düpedüz halk dalkavukluğudur ve halk dalkavukluğu da mizantropinin yol arkadaşıdır. Nâzım Hikmet, çok güzel bir örneğini veriyor bunun… Kemal Tahir’e yazdığı ünlü mektuplarından birinde, bayramlarda kürsüye çıkıp ‘Yaşasın Memetçik!’ diye bağıran, ama “Memetçik etiyle kemiğiyle ve elinde bir istida ile masalarının önüne gelince kapı dışarı eden”, “yolda giderken Memetçiğin biri üstüne sürünecek diye ödü kopan” insanlardan söz ediyor.
Az önce söylediğimiz gibi, günümüz insanı eksik insandır ve eksik insan iyi olan pek çok şeyden yoksundur. Bu yüzden, ideal insan davranışlarını bekleyemeyiz ondan; düşkündür o, insaniyetten düşmüştür. 19. yüzyılın bir diğer büyük yazarı, Dostoyevski, İnsancıklar adını verdiği o kısa romanında, yaşlı ve yoksul memur Makar Devuşkin’in şahsında, düşmüş bir insanın ürküntü duyulacak ruhunu açıyordu bize. “Size yemin ederim ki” diyordu bu ihtiyar, “beni kahreden düşkünlüğüm hep hatırımda olduğu halde, generalin verdiği yüz rubleden çok el sıkışına sevindim. Benim gibi saman kadar boş bir ayyaşın naçiz elini sıkma tenezzülünde bulundu. Bu hareketiyle bana benliğimi bağışladı, ruhumu diriltti, hayatıma ilerisi için tat verdi.”
Uşaklaşmış zavallı bir ruhu oradan çekip alma isteğinin içimizde uyanması için, daha ne kadar bundan trajik cümleler okuyabiliriz ki?
Kendi gününle yaşa
Ama devlet ve piyasa ne hayatın nimetlerini hakça paylaşmak ne de onun zahmetlerine birlikte katlanmak niyetinde olduğundan, yoksul, cahil ve düşmüş insan ruhu durduğu yerde, kendi karanlığında öylece duruyor.
“Kutsal bir varlıktır, insan için, insan” der bir Latin atasözü (Homo res sacra homini). Devlet ve piyasa, insanı kutsal bir varlık olarak görmüyor. Yurttaşına sadece seçmen ve müşteri, sadece alkış tutup satın alan bir nüfus olarak değer veriyor. Hem hayatın nimetini hakça paylaşacak hem de zahmetine birlikte katlanacak bir ortaklık, ancak devlet ve piyasa dışında mümkün olabilir.
Schiller, bu ortaklığın formülünü, halk dalkavukluğuna olanak tanımaksızın, üç yüzyıl öncesinden günümüz koşullarına mükemmelce uyum gösterir biçimde, güzelce veriyor: “Kendi gününle yaşa sen, ama onun yaratığı olma. Çağdaşların için çalış, ama övdükleri üzerinde değil. Suçlarını paylaşmadan cezalarını paylaş ve onlarla birlikte, gönüllü olarak hem vazgeçmedikleri, hem de taşıyamadıkları boyunduruğa gir. Onları etkilemek istediğinde, nasıl olmaları gerektiğini düşün. Ama onlar için davranman istenildiğinde de onların nasıl olduklarını unutma.”
Her kelimenin üzerinde tek tek düşünelim!..