Her çağın konusu insanlar, son günlerin konusu Tanzim Satış kuyruğunda sıra bekliyor. Emekli olduğunu söyleyen orta yaşlı bir erkek yurttaş buna mecbur bırakılmış olmaktan şikâyet ediyor. Ondan daha genç duran başı örtülü bir kadın yurttaş, ucuza sebze bulmuş da beğenmeyen bu adam nezdinde onun gibi düşünen herkese “Geberin o zaman, nankörler!” diyor.
Paylaşılan bu video üzerine, Twitter’da, kadına ve temsilcisi olarak konumlandırıldığı AKP seçmenine hakaret içeren bir yığın yorum yapılıyor. Epeyce verip veriştirildikten sonra laf yine hep o aynı yere geliyor: “Size müstahak!” Veya: “Gel de acı bunlara!”
İnsan ve toplum bilimleri, şanslı olduğu trajik anlarda, çok genel birtakım sorunları gerçekçi biçimde ortaya koyan bazı ampirik olgularla karşılaşır. Bu da öyle bir şey; çok genel bir sorunu, toplumsal dünyamızdaki kamplaşma ve çatışma sorununu, gerçekçi biçimde ortaya koyan gündelik bir deneyim bu da. Gerçekçi, çünkü tarafların birbirini algılama şeklini olduğu gibi gösteriyor.
“Geberin o zaman, nankörler!” diyen kadınla “Gel de acı bunlara!” diyen Twitter kullanıcıları, toplumsal dünyamızdaki kamplaşmanın iki tarafını temsil ediyor. Kadının temsil ettiği tarafın, yani AKP seçmeninin bu videoda kendini bir kez daha ele veren ahlâk ve zihniyet dünyasını şimdilik bir kenara koyalım (çok konuşuldu, yine konuşuruz). Asıl bu taraf, yani “Gidici bunlar!” umudundan, “Bunlar gitmeyecek!” karamsarlığına sürüklenmiş görünen AKP’ye muhalif kesimlerin zihniyet dünyası, an itibarıyla, daha fazla önem arz ediyor. (Diyebilirsiniz ki… Onların seçmeni oldukları parti ve bu partinin bütün ideologları, gazete köşelerinden sosyal medya trollüğüne dek kümelendikleri her yerde hücuma kalkmış bütün propaganda tugayları, çok daha kötücül, çok daha zalimane bir söylem üretmekte. Olsun. Menfiden emsal olmaz.)
İnsanın ‘ne değerde olduğu’ değil ‘ne olduğu’ önemli
AKP seçmenine karşı alaycı ve küçümseyici söylem, muhalif teşhirciliğin en gözde fırsatlarından biridir, insanın nasıl aydın, nasıl çağdaş olduğunu göstermesi, kendi klasını kanıtlaması için mükemmel bir fırsattır.
Ama o kadardır, sadece bu işe yarar. Türkiye’yi değiştirecek hiçbir dinamiği harekete geçirmez.
Türkiye’yi değiştirecek temel dinamik, çok basit şekilde, AKP seçmeninin artık AKP seçmeni olmamasıdır. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için, AKP seçmenini tanımak ve anlamak gerekir. Burada ihtiyacımız olan şey, bilimin nesnelliğidir. Çünkü AKP seçmeninin ne olduğu'nu (dolayısıyla da nasıl başka bir şey olacağını) bize o söyler. Geleceğe dair iyimserliğin başka da bir koşulu yoktur. Umudun bunun dışındaki bütün biçimleri, köksüz temelsiz bir kendiliğindenci iyimserliğe yaslanır.
Kendiliğindenci iyimserlik de genellikle, cahilliğin sonucudur; toplumsal dünyanın gerçekliğine ilişkin bir cahilliğin…
Toplumsal dünya, bu dünyanın anlamı konusunda süregiden mücadelelerin alanıdır. Siyasi otorite, toplumsal dünyanın anlamını ne değerde olduğuna ağırlık vererek ortaya koyar, çoğunlukla da “millet” kavramını kullanmak suretiyle bir değer yargısı getirerek, yani yücelterek yapar bunu. Oysa öncelikli öneme sahip olan şey bu dünyanın ne değerde olduğu değil, ne olduğu’dur.
İnsana ve topluma dair meselelerin ne olduğu değil de ne değerde olduğu ile ilgilenmek, bunun üzerine söz üretmek, gerçekte meseleyi açıklayan bir şey değildir sadece söz üretenin meseleyle arasındaki ilişkiye vurgu yapar. İnsanın nasıl aydın, nasıl çağdaş biri olduğunu göstermesine yarayan muhalif teşhircilik de işte tam böyle bir şeydir. Bize, konu ettiği nesnesinin ne olduğundan ziyade ne değerde olduğunu, yani konusuyla gıpta edilesi ilişkisini anlatan söylemlerdendir o da.
Toplum, çok derin uyuyor
Her politik bakış, toplumsal dünyanın algılanmasına, o dünyanın aktörlerine ilişkin bir görüşü içerir. Bu sebepledir ki, eğer AKP seçmenini değersizleştirmeyi başarırsak, onun oy verdiği partinin de rayici düşer, zannediyoruz. Hiç ilgisi yok. Bu sadece AKP seçmeni hakkında (ve o da kamplaşmanın sadece bu tarafında geçerli) bir değer yargısı üretir.
“Geberin o zaman, nankörler!” diyene, “Gel de acı bunlara!” demek, hemen el altında bulunan bu isyan cümlesindeki hezeyan, kökendeki aldanışı da aydınlatıyor aslında. Çünkü… Hani Ahmed Arif diyor ya: “Senin uykuların hayın, düşlerin kardeş…” İşte bu kadının da “uykusu hayın”. Ama emin olun “düşleri kardeş”. Geçim ister, iş ister, aş ister… Bunları hangimiz istemez?
Toplum çok derin uyuyor, bu bir gerçek. Ama “Uyanın bidon kafalılar!” diye bağırmak, insanı “hayın uykular”ından uyandırmaz. Bu türden sorumsuz muhalefete, politik kolaycılığa gönül indirmeyip bu uykunun sebebini merak etmek, ne olduğu ile ilgilenmek, yani nesnel gerçekliğin hakkı neyse onu vermek gerekir. Ne var ki hakikate dair böyle basit bir ifade üretmek, kolayca toplumu onaylamakla ya da (tam tersine) suçlamakla itham edilme tehlikesini, gerçekten toplumsal dünyayı değiştirmeye adanmış sahici bir bakış açısının uğrayacağı olağan haksızlıklardan olan böyle bir tehlikeyi her zaman taşır.
Hem acil hem de zor bir iş
Toplumsal dünya, bir çatışma ve mücadele alanıdır. Fikirler, eğilimler, yatkınlıklar, orada rekabet halindedirler. Bu rekabetin nasıl sonuçlanacağını, toplumsal koşullardaki değişim tayin eder. Dolayısıyla, topluma ve toplumsala ilişkin her şey gibi, fikir, eğilim ve yatkınlıkları da sadece teşhir etmek ve suçlamak, hiçbir işe yaramaz. Onların hangi koşullar altında toplumsal olarak oluşturulduğunu, siyasal olarak etkili olduğunu merak edip araştırmaktan, peşi sıra, onları toplumsal gerçeklikte ve beyinlerde var eden koşulları değiştirmeye çalışmaktan başka çıkar yol yoktur.
İş hem son derece acil hem de son derecede zordur. Niçin acil olduğu malûm. Zor olmasının ise çeşitli sebepleri var. Tarafların bilgilenme kanallarının, haber mecralarının radikal biçimde farklılaşmış olması, mesela, önemli sebeplerdendir. AKP seçmen tabanı, toplumun iktisat, siyaset, hukuk gibi alanlarda hakikate dair üretilmiş bilgileri duymaktan ve -olabilse eğer- sahiplenmekten çıkarı olan kesimindendir. Ama bunları duymak ve sahiplenmekten çıkarı olan AKP seçmeni, duymanın ve hele ki sahiplenmenin (kültürel, ideolojik vs.) araçlarından yoksundur. Bu koşullarda, hakikatin bilgisi, onu sahiplenmekte en çok çıkarı olanlara ulaşmak için (hiç demeyelim de) çok az imkân bulur. Bu çok az imkânı değerlendiremeyip muhatabına ulaşamayan ve demek ki nihayetinde sadece muhalif kesimlerin takip ettiği sınırlı sayıda mecrada dönüp duran bilgi, “Şeyh’in fetvası” gibidir; zaten inananları yola sokar.
İbn-i Hâldun “Coğrafya kaderdir” demiş ya hani, hiç şüphesiz, tarih de kaderdir. Nerede yaşadığımız kadar, hangi dönemde yaşadığımız da önemlidir. En az mekân kadar zaman da neyi nasıl yaşayacağımız üzerinde belirleyicidir. Muhalif kimliği yaşamanın ideal biçimini, kitlelerin politik tavır alışlarından doğan bu beter zaman belirliyor. Kitleler ise, politik tavır alışlarının varoluşundan ve bunun toplumsal dünyada ortaya çıkarabileceği sonuçlardan en çok kaygı duyan kesimleri hiç işitmiyor. Onlar, bu kesimle net bir kopuş içerisindeler.
Ve bütün bu koşullarda, Twitter muhaliflerinin herkese yetiştirecek bir yığın cevabı ama aslında pek az sorusu olduğu görülüyor.
Mesele gerçekten acil ve gerçekten zor.
Yine, şairin dediği gibi: “Beter de bize kısmetmiş.”