Acil servisin lağım katındaki suları temizlemesi için görevlendirilen ve burada Hepatit B mikrobu kapması nedeniyle karaciğeri iflas eden Zafer Açıkgözoğlu, ölmeden hemen önce yazdığı mektubunda, sakince anlatıyordu arzularını ve olması gerekenleri:
"Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen bin 500 işçi gibi. Soma'da ölen 301 maden işçisi gibi. Şimdi diyorum ki, iş buldum, ekmek buldum diye sevinirken güvenlik önlemlerinin alınmamasından, gerekli eğitimin verilmemesinden, altyapı eksikliğinden canımdan oldum…"
* * *
Listeler uzayıp gidiyor.
Kuryelerin motorlarıyla yaktığı ışık, diğer işçiler için de ses oldu.
Zira işçiler hissedilen enflasyonun yüzde 100'leri aştığı bir ortamda, emekleriyle milyon dolarlar kazanan şirketlerden haklarını açıkça istiyor artık.
İşçilerin, üretimden gelen güçlerini kullandıkları şirketlerin sayısı hızla artıyor.
Mesele sadece işçilerin bu şirketlerde greve gitmeleri, iş yavaşlatmaları, çağrıda bulunmaları değil.
Bu durum bir yandan işçileri açlık bütçesine mahkûm eden şirketlerin sayısının ne kadar fazla olduğunu da gösteriyor.
İşçi dostu olduklarına yönelik PR çalışmalarını aralıksız yapan devasa şirketler, yurtdışındaki şubelerinde akıllarından bile geçiremedikleri rakamları, koşulları Türkiye'de dayatıyor.
Yabancı CEO'lar, en alttan geldiğini söyleyen patronlar, söz konusu Türkiye olduğunda bütün temel hakları nedense unutuyor.
En ucuza, en güvencesiz, en olmadık şartlarda çalışmala mecbur bırakıyor işçileri.
"Ekmek yediğiniz yere ihanet etmeyin" ile başlayan, ekmeğin nedensiz biçimde verildiği yargısına dayanan anlayış, Türkiye söz konusu olunca uluslararası bir kabul halini alıyor.
Ya da işsizlik oranları gösterilerek, "işsiz kalırsınız" tehdidi ile insanların açlık bütçesine mahkûm olmaları, hayatlarını vakfetmeleri isteniyor.
İktidar hemen her sektörde grevleri yıllardır yasaklıyor olsa da patronların yanında işçilerin önüne dikilse de motorları maviliklere sürmek için kuryelerin çıkarttığı ses, durmaksızın büyüyor.
* * *
Zafer Açıkgözoğlu, iş bulduğuna sevinen taşeron işçilerden biriydi.
2013'te İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde kanalizasyon taşınca, iş tanımında bulunmamasına rağmen lağım suları ile dolu acil katını temizlemesi talimatı verildi.
İş bulmak zor, kaybetmek kolay.
Ses çıkartmadı Açıkgözoğlu.
Kısa süre önce çöp torbalarını taşırken eline enjektör iğnesi batmıştı.
İşsiz bırakılmakla tehdit edilince, onu da söylemedi.
Lağım sularını temizledi, evine gitti, kendini kötü hissedince de hastaneye.
Enfeksiyon kaptığı anlaşılan Açıkgözoğlu'na Hepatit B teşhisi konuldu, karaciğeri saatler içinde iflas etmişti.
Aynı hastanede karaciğer nakli yapıldı.
Ancak bir yıl sonra yeniden rahatsızlandı ve yoğun bakımda hayatını kaybetti.
İğne ipliğe dönmüştü hayatını kaybetmeden hemen önce, karaciğeri çalışmıyor, yiyemiyor, içemiyordu.
Ölmeden hemen önce iş arkadaşlarına yönelik bir mektup kaleme aldı:
* * *
"Yaşarsam, malulen emekli olacakmışım. Şimdi bunları düşünemiyorum bile, sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bilmiyorum ki! Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği vasıtasıyla yürütülen dava süreci devam ediyor, hastane yetkilileri bizden daha yüksekler, daha üstünler; belki onlar kazanırlar. Ne karar çıkarsa saygı duyacağız, elden ne gelir ki! Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen bin 500 işçi gibi. Soma'da ölen 301 maden işçisi gibi. Şimdi diyorum ki, iş buldum, ekmek buldum diye sevinirken güvenlik önlemlerinin alınmamasından, gerekli eğitimin verilmemesinden, altyapı eksikliğinden canımdan oldum. Yaşamak istiyorsanız, sevdiklerinizle mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak istiyorsanız; var olan şartların, eğitimlerin tamamlanmasını isteyin. Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere, tüm sorumluların yasalarca cezalandırılması en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki tekrar aynı hatalar yaşanmasın. Güle güle..."
* * *
Hastane yetkilileri değil, taşeron firmanın müdürü Cafer Erdoğan yargılandı açılan davada.
Tam da Açıkgözoğlu'nun dediği gibi oldu.
Taksirle ölüme sebebiyet suçundan verilen 2 yıllık hapis cezası "pişmanlık" nedeniyle para cezasına çevrildi.
Açıkgözoğlu'nun yaşamının bedeli 12 bin lira olarak belirlendi.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, yargılama sürecini de deşifre etti:
"Taşeron firma yetkilisi ise 'taksirle ölüme neden olmak' suçlaması ile yargı önüne çıktı. Çıktı dediysem, çıkarılmamak için neredeyse özel çaba harcandı. Soruşturma savcısı defalarca değişti, aylarca hiçbir ilerleme kaydedilemedi…"
2013'te açılan dava ancak 9 yıl sonra bitirilebildi.
Ne büyük davaysa, ne karmaşıksa, ne kadar kalınsa dosya artık!
Basit; bir işçinin ölümüyle sonuçlanan olaydaki açık sorumlulukla ilgili dava bile 9 yıl sürüyor ve cezasız bitiriliyor.
* * *
Zafer'i unutmayanlar var elbette.
Ama Türkiye burası, kim ölürse ölsün, nasıl ölürse ölsün, kanıksanarak, hemen uyum sağlanarak devam ediyor hayat.
Hiç durmuyor, hiç teklemiyor.
Yeni bir ölüm olunca bir bakıp, yürüyor.
Mücadele edenler ediyor, hak arayanlar arıyor, bir avuç insan çabalayıp duruyor.
İşte tam da bu yüzden şimdi motorları maviliklere sürmek isteyen binlerce işçiye omuz vermek gerekiyor.
Sadece ücret de değil, başta iş güvenliğinin sağlanması, tüm temel haklar için…
Zafer'in sesiyle söylemek gerekir belki…
"İki gün arkalarından ağlayıp, üçüncü gün unutmamak" için seslere ses olmak gerekiyor.