02 Mayıs 2020

Her istediğinde dövebilmenin dayanılmaz cazibesi

Anımsatmaya bile gerek yok aslında zira ortada apaçık biçimde, isteyenin, canı istediği biçimde, istediği zaman saldırabildiği, hakları, hukukları devletin hiçbir kademesinde korunmayan LGBTİ+ toplumuyla da sınırlı olmayan bir kesim var

Linç, insanlığın makyajını pul pul dökebilme kudretine sahip, insanlıkla yaşıt bir kültür…

Kendisinden sayıca az ya da fiziken güçsüz olana saldırabilmeyi hak görmek, ne coğrafyayla sınırlı, ne bir ırka ya da halka mahsus.

Nispeten hak ve dengeleri gözetebilen toplumlarda, bu yüzden hukuk ve kanunlar, insanlığın bu alışkanlıkları bilinerek düzenleniyor, katı biçimde uygulanıyor.

Bir de huyundan, alışkanlıklarından zerre vazgeçmek istemeyenler var.

Gücünü yüreğinden, aklından, emeğinden değil de büyük kalabalığın bir parçası olmaktan alanlar, her istediklerinde dayak atabilme "haklarının" ellerinden alınmasına katiyen yanaşmıyorlar.

Gerekçesi kimi zaman "toplum değerleri" oluyor, kimi zaman "genç nesil",  kimi zaman "bayrak", kimi zaman "vatan."

Oysa hoşgörü, kardeşlik, yardım ve dayanışma kavramlarını kendisi için bu kadar bol keseden kullanmayı seven toplumların ortak özelliklerinden biri de tüm günahların arkasına gizlenebileceği kelimeleri ve kavramları kolayca piyasaya sürebilmeleri.

* * *

Koronavirüs’ün Türkiye’ye girip girmediği, vakaların gizlenip gizlenmediğinin hararetli biçimde tartışıldığı günlerde en önemli tedbir olarak sınır kapılarındaki katı uygulamalar gösteriliyordu.

Sağlık Bakanlığı’nın açıklamalarına göre bütün kapılarda ölçümler yapılıyor, belirti gösterenler hemen karantinaya alınıyordu.

Elbette bunlar virüsü durduramadı. Buna karşılık, okulların tatil edilmesi, bir bölüm çalışanların evden çalışmaya yönlendirilmesi gibi tedbirler alındı.

İnsanlar evde kalmaya davet edildi, AVM’ler, işyerleri boşalmaya başladı.

Tam bu sırada Umre ziyareti yapan binlerce kişinin, kontrolsüz biçimde ülkenin dört bir yanına dağıldığı, karantinaya alınmadıkları, Ocak ayından bu yana tablonun bu şekilde devam ettiği ortaya çıktı. Gözler zaten varlığı, bütçesi, uygulamaları her zaman tartışılan Diyanet İşleri Başkanlığı’na çevrildi. Umre’den gelen son grup, tepkiler üzerine öğrenci yurtlarında karantinaya alındı.

Ancak dünyanın dört bir yanında virüsle mücadele için camiler, kiliseler kapatılırken, Diyanet, daha Umre tartışmaları bitmeden, yeni bir uygulamayla daha tartışmaların odağına oturdu. Milyonlarca kişinin toplu olarak namaz kaldığı Cuma namazı için herhangi bir tedbir alınmadığı gibi, hutbelerle mesaj verilmeye çalışıldı. Tepkiler üzerine bir sonraki cuma önlem alınabildi.

Ancak gazeteciler eleştirel bir haber sonrası "virüsle mücadeleye sekte vurmak" gerekçesiyle ifadeye çağrılabilirken, virüsün yayılmasında bu uygulamaların ne derecede etkili olduğu ve uygulamalara yol açan sorumlular nedense hiç tartışılmadı.

* * *

Haftalar sonra virüsle mücadele döneminin "yıldızlarından" Diyanet, bu kez hutbeyle ortaya çıktı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Cuma hutbesinde, insanlara Ramazan nedeniyle mesajlar verirken, araya, "Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim" mesajını sıkıştırdı. Örtülü biçimde virüslerin nedeni olarak eşcinsellik gösterildi.

Diyanet’in tartışılan uygulamalarına, ekonomideki sıkıntılara, işçilerin, emekçilerin çalışmaya devam etmek zorunda kalmalarına, devletin gelirini kaybedenlere, geliri olmayanlara yönelik yeterli güvence sağlayamamasına, infaz paketine, cezaevinde bırakılanlara yönelik eleştiriler doruk noktasına çıkmışken okunan hutbenin zamanlaması ilginçti.

Üstelik Ramazan’da kullanın bu ifadeler nedeniyle tehdit altında hisseden, zaten sürekli tehdit ve saldırılara açık olan LGBTİ+ toplumunun tepki vereceği açıktı. Bu ifadelerin ayrımcı olduğunu düşünen, tehdit ve saldırılara yol açabileceğini deneyimlerle bilen STK’ler ve kişilerin de tepki vereceği elbette öngörülebiliyordu.

Ancak ne gariptir ki o tepkilerden sonra sanki Diyanet, hiçbir şey olmadan hedef alınmış gibi kampanyalar düzenlendi, savcılıklar harekete geçirilip Ankara ve Diyarbakır baroları hakkında soruşturmalar açıldı. Hemen ardından, ne hızla hazırlandığı anlaşılamayan, baroların Türkiye Barolar Birliği seçimindeki delege yapısını değiştiren bir düzenleme ortaya atıldı. Devletin her kademesinden, toplumun genelinin karşı çıkmayacağı iyi bilinen "değerlere" atıf yapılarak demeçler verildi. Kalabalığın sesi gürdü, saldırıya Diyanet İşleri Başkanı uğramıştı, linç edilmişti, sahipsiz değildi.

Gündem, ne olduğu bile anlaşılamadan değişiverdi.

* * *

Elbette uygulama yeni değil.

Her tartışmada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 2002’de yaptığı, eşcinsellerin de hukuku olduğuna yönelik açıklaması anımsatılıyor ama daha sonrasına bakalım.

Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarına yönelik tepkilerin doruk noktasına çıktığı 2010’a misal.

Bakan Selma Aliye Kavaf, yasa çalışmaları sırasında temel haklarla ilgili talepler gündeme geldiğinde gündemi değiştiren bir açıklama yapıyor:

"Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence… Bakanlığımızda onlarla ilgili bir çalışma yok. Zaten bize iletilmiş bir talep de yok. Türkiye'de eşcinseller yok demiyoruz, bu vaka var."

Hemen 1 yıl sonra, yine soruşturmalarla, ekonomiyle ilgili tartışmalar yoğunlaşmışken, dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin konuşuyor:

"Domuz etinden, Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam..."

15 Eylül 2012’de, anayasa çalışmaları sürerken, şimdiki TBMM Başkanı Mustafa Şentop, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi olarak açıklama yapıyor:

"Eşcinsellerle ilgili ifadeyi anayasanın hiçbir yerinde görmek istemiyorum."

Yıllar geçiyor, durup dururken ya da temel haklar talep edildiğine yapılan açıklamalar değişmiyor.

Genel seçimler yaklaşmış, iktidar yüksek sesle tartışmaya açılmışken, AKP’de görüşleri dikkatle dinlenen Hayrettin Karaman’dan geliyor çok tartışılan açıklama:

"İnsan haklarına dayalı demokrasilerde bir kimsenin ate ve eşcinsel olma ve bu oluşları savunma hakları varsa, böyle olmayanların da kendi değerlerine dayalı olarak ateistlere ve eşcinsellere 'kötü bakma' hakları, hatta Müslüman iseler  vazifeleri vardır."

HDP’nin seçim beyannamesinde eşit haklardan söz etmesi üzerine konuşan dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 23 Nisan 2015’te konuşuyor:

"‘Din dersini kaldıracağım, Diyaneti kaldıracağım, şunu kaldıracağım, bunu kaldıracağım’ Ermeni soykırımını tanıyacakmış. Sen, nasıl Türkiye partisi olacaksın? 8 defa Kürt geçiyor beyannamelerinde 9 defa da lezbiyenler falan geçiyor. Türkiye toplumu bu mudur?"

28 Mayıs 2015’te bu kez Erdoğan, HDP’nin Eskişehir’de eşcinsel aday gösterdiğini anımsatarak, "Diyarbakır'da sözde bir müftü, Eskişehir'de eşcinsel aday biz göstermiyoruz. Böyle bir derdimiz de yok" diyor.

Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, genel seçimden hemen önce, 1 Haziran 2015’te aynı konuyu gündemine alıyor:

"Eşcinseller Lut kavminin helakına sebep oldu. Bu özellikteki şahısları milletvekili adayı yapan bir parti itikatlı toplumu temsil edemez."

Ardından aynı gün dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala, "Bu Lut Kavmi gibi insanlığın helakı demektir" açıklamasını yapıyor.

15 Haziran 2016’da, 19 Haziran’da yapılacak Onur Yürüyüşü’ne yönelik açıklamalar geliyor, Alperenler ve Müslüman Anadolu Gençliği isimli gruptan. "Onursuz sapıkları yürütmüyoruz" adlı etkinlik sayfası açılıyor sosyal medyada.

* * *

Listeyi sayfalar dolusu uzatmak, açıklamaların hangi zamanlamayla, neden yapıldığını detaylı incelemek mümkün. Listeye saldırıları, adli olayları aldığınızda ayrı bir dosya hazırlamanız gerekiyor.

Anımsatmaya bile gerek yok aslında zira ortada apaçık biçimde, isteyenin, canı istediği biçimde, istediği zaman saldırabildiği, hakları, hukukları devletin hiçbir kademesinde korunmayan LGBTİ+ toplumuyla da sınırlı olmayan bir kesim var.

Toplumun genelinin benimsediklerini esas olarak konuştuğunuzda işkenceyi, tecavüzü, cinayeti, göçmen karşıtlığını, ayrımcılığı da savunmak zorunda kalıyorsunuz. Bu söylemleri tedavüle sokanlar da bunu gayet iyi biliyor. Yine de ne söylerlerse söylesinler başlarına bir şey gelmeyeceğinden de eminler. Başkalarının başına bir şeyler gelmesinde ise bir sakınca yok!

Tek istedikleri konjonktürü de dikkate alarak dövebilecekleri kim varsa dövdüklerinde kimsenin ses çıkartmaması. 

Yazarın Diğer Yazıları

Umut hakkı, “Ankara’da villa” iddiaları ve Suriye’ye uzanan yol

İmralı’dan PKK’nın tasfiye edilmesi ve Suriye’nin kuzeyinde yapılacak hamlelerin Türkiye’ye yansımasının önlenmesi bekleniyor. Ankara ayrıca İsrail-PYD komşuluğunu istemiyor, bu temasın büyük sorunlara yol açacağını düşünüyor; PYD’yi sınırdan uzaklaştıracak bir askeri operasyon hazırlığını yapmış olduğu da biliniyor

13 yaşındaki çocuğun ölümünün hesabını kim verecek?

Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda. Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş!

Depremler için “sus” emri yargıdan: “İnsanlara yardım gitmedi” diyene hapis cezası

Devletin dava açmaya doyamadığı, cezaevi operasyonunda kepçeyle kolunu kopartması yetmiyormuş gibi yıllarca mahkeme mahkeme süründürdüğü, bütün engellere rağmen okuyup memur olan ve nedensiz biçimde OHAL döneminde memuriyetten de ihraç edilen Veli Saçılık’ın artık felaketlere tepki göstermesi de yasaklandı!

"
"