07 Eylül 2023
Gezi davası, her aşamasında yaşanan skandallar nedeniyle tarihe şimdiden geçti. Kararla birlikte tutuklanan, AİHM kararına rağmen serbest bırakılmayan isimler, artık Yargıtay'ın vereceği kararı bekliyor. O isimlerden biri de Gezi eylemlerini organize etmek, sürdürülmesini sağlamaya çalışmak suçundan 18 yıl hapse mahkûm edilen, tutuklanmadan önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı olarak görev yapan, şehir planlama uzmanı Tayfun Kahraman.
Silivri'de, TİP'ten milletvekili seçilmesine rağmen serbest bırakılmayan Avukat Can Atalay ve Hakan Altınay ile 20 metrekarelik odayı paylaşan Kahraman, cezaevine konulduğu günü, Gezi davasını ve Silivri'deki yaşantısını anlattı.
- Gezi Davası'nın karara bağlanmasıyla birlikte tutuklandınız. Zaten İBB'deki göreviniz nedeniyle de hedef gösteriliyordunuz. Tutuklanmayı bekliyor muydunuz, kararı duyunca ne hissettiniz?
Gezi eylemlerinin sona ermesi ile beraber hedef gösterilmeye başladım. İBB'de görev almadan önce de iktidarın Gezi'ye yönelik algıyı değiştirme, Gezi'yi kriminalize etme çabası ile bana yönelik hedef göstermeler de başladı. İlk olarak hemen Gezi sonrasında, o sırada çalıştığım Kültür ve Turizm Bakanlığı, görev yerimi değiştirerek beni Gaziantep'e gönderdi. Hemen sonrasında yandaş kanallarda ve parti grup toplantılarında gösterilen propaganda filmleri başladı. Bunu da yine yandaş gazetelerdeki haber ve yazılar takip etti. İBB'de görev almam ile beraber, bu atama Meclis toplantılarının ana gündemlerinden biri oldu. Yani bu yeni bir süreç değil. İktidar ilk günden itibaren medyası aracılığıyla hedef göstererek, gerçekleri çarpıtarak hatta ters yüz ederek Gezi'yi suç ile ilişkilendirmeye çalıştı. Kabataş Yalanı, Dolmabahçe Camii'nde içki içildi gibi akıl almaz iftiralar bu konuda ne kadar ileri gidebileceklerinin göstergesiydi. Gerçekleri çarpıtmak üzere yıllarca süren bu iftira kampanyası arkasından daha önce verilen beraat ve takipsizlik kararlarına rağmen tutuklama kararı geldi.
Açıkçası bu kadar hukuka aykırı ve delilsiz olarak yürütülen bu davada daha önce beraat kararı verildiği ve tüm iddialar çürütüldüğü için tutuklama kararı verilmesini beklemiyordum. Ama dava, beraat kararı veren 30. Ağır Ceza Mahkemesi'den hukuksuzca, hile ile 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne alındığında iktidar tarafından bu kez bir ceza verilerek ancak adli kontrol koşulları ile davanın devam ettirilmek istendiği düşüncesindeydim. Anlaşılan bu kötülük karşısında fazla iyimsermişim. 25 Nisan 2022'de tümü çürütüleceği bilindiği için hiçbir iddia ve delil tartışılmadan; bizlerin sunduğu deliller ve tanık dinleme talepleri reddedilerek, kısacası en temel adil yargılama ilkesine dahi uyulmadan, üçte iki çoğunluk oyu ile hükümeti cebir ve şiddet kullanarak ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlaması ile hakkımızda 18 yıl hapis cezası ve kaçma şüphesi ile tutuklama kararı verildi. Senelerdir adli kontrol şartı dahi olmadığından dava sürecinde defalarca yurt dışına çıkmamıza, hatta sevgili Çiğdem davayı takip etmek üzere yurt dışından dönmesine rağmen "kaçma şüphesi" ile bu hukuksuz davada tutuklandık.
Basına da yansıdığı gibi sadece bizler değil, çoğunluk kararına uymayan, dosyada suç ve delil olmadığı için beraat kararı verilmeli diyerek karara muhalefet eden hâkim de cezalandırıldı ve alelacele başka bir kente sürüldü. Kısaca, davaya bakan 6 Ağır Ceza Mahkemesi hakiminden 4'ü beraat kararı verirken 2'si tutuklama kararı verdi ve bu karar altında imzası olanlardan biri de daha önce iktidar partisi üyesi olarak 27. Dönem milletvekili seçimlerinde aday adayı olmuş bir isimdi.
Bu kadar hukuksuzluk karşısında bile hukuka güvenerek bir tutuklama verileceğine ihtimal vermedim. O nedenle ailem, Meriç ve Vera mahkeme önündeydi. Meriç hamileliğini duruşma salonlarında geçirdi, kızımız Vera ise çocuklar salona alınmadığı için annesiyle mahkeme önünde bekliyordu. En son saat 17.00 civarında karar için ara verildiğinde mesai saati bittiğinden adliyenin kapıları da kapanmıştı, o arada telefon ile görüşebildik O esnada dahi Meriç'e "çıkınca yemek yerken konuşuruz uzunca" demiştim. Fakat kararı dinlemek üzere salona girince içeride çok fazla sivil polis olmasından bir terslik olduğunu ve tutuklama kararı gelebileceğini düşünmeye başladım. Kararı duyar duymaz ilk hissettiğim büyük bir öfke oldu; bu kadar hukuksuzluğa karşı hiçbir delil olmadan sadece siyasi saiklerle tutuklanmamıza karşı duyduğum öfke. Sonra ilk aklıma gelen benden duyması için Meriç'i aramak oldu ve oturma sırası üzerine çıkarak onu aradım. Basında çokça yer alan karar anı fotoğrafında telefonda Meriç'e sesimi duyurmaya çalışıyordum. O da "saçmalama Tayfun!" diyordu durmaksızın, "Vera'ya ne diyeceğim?!".
Vedalaşmak için adliyeye girmelerini istedim. Salondan çıkarken ise aklımda mücadelenin artık başka bir boyut kazandığı ama eninde sonunda gerçeğin kazanacağı düşüncesi vardı. Bu nedenle mahkeme salonunu terk ederken polisler arasında "Biz kazanacağız!" diye bağırarak dışarı çıktım. Sonra bizi Silivri Cezaevi'ne götürmek üzere beklettikleri adliye karakolunda Meriç ve Vera ile vedalaştık, üzerimdeki her şeyi Meriç'e verdim, o da elinde bir şey olmadığı için Vera'nın saçından tokasını çıkarıp bana verdi. Bir kısmı da medyaya da yansıyan vedalaşmamız böyle oldu.
- Cezaevinde ilk geceniz nasıl geçti? İnsan cezaevinde ilk girdiğinde ne yapar, neyle karşılaşır, ne hisseder, nasıl adapte olur?
Cezaevine gelmemiz epey bir zaman aldı. Önce Çağlayan karakolunda uzun zaman bekledik, sonra sağlık kontrolü, cezaevi kayıt işlemleri derken Silivri Cezaevi'ne gelişimiz gece yarısını buldu… Bu arada hastanede sağlık kontrolü sırasında doktor ve hemşireler sözlü ifade etmeseler de gözleri ve jestleri ile desteklerini hissettirdiler. Bu destek o sıradaki direncimi de arttırdı. Cezaevi kapısından girerken daha önce hiç cezaevi görmemiş biri olarak neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Kapıdan girer girmez ilk hissettiğim çok soğuk bir mekâna hatta soğuk hissettirmek üzere tasarlanmış bir mekana girdiğim oldu. Fakat ilk karşılayan memurların ılımlı tavrı ve konuşmaları az da olsa rahatlattı. Hatta Hakan'ın Yale mezunu olduğunu söylemesi ile memurun "Orası çok ünlü bir üniversite değil mi?" sorusu hepimizi gülümsetti. Kayıt sonrası cezaevi kimlik kartlarımızı aldık ve üst araması yapılarak koğuşa doğru yönlendirildik. Tabii bu sırada bana en çok koyan, ağrıma giden üzerimde bulunan tek şey olan Vera'nın tokasını almaları oldu. Meriç'in karakolda apar topar ayrılırken elime tutuşturduğu tokadan birkaç saat içinde ayrılmak benim için çok zor oldu. Nitekim o toka ilk görüş gününde Meriç'e iade edilmiş, onun için de geri almanın çok zor olduğunu biliyorum.
Koğuş kapısı açılıp içeri girdiğimde ilk gördüğüm bir plastik masa, üzerinde üst üste dizili üç şilte ve üç plastik sandalye oldu. Sadece duvarlar, demir parmaklıklı pencereler ve bu eşyalar ile lavabo kenarında bir plastik su şişesine doldurulmuş sıvı sabun vardı. Bu ilk görüntü kapatılmanın ne demek olduğunu kapıdan girer girmez yüzüme çarptı. Koğuşa girene kadar saat epey ilerlemişti… Şilteleri demir karyolaların üzerine koyup hemen yattık. İlk üç günü mahkemede üzerimde olan takım elbise ve gömlekle geçirdim. Üzerimdeki takım elbise ile yatıp, ceketi bile çıkarmadım çünkü Silivri gerçekten soğuk. Bu sürede Meriç ve Vera'yı, İzmir'deki ailemi, onların ne hissettiklerini ve ne yaptıklarını düşündüm. Böyle bir durumda insan önce kendini ve içinde bulunduğu durumdansa dışarıda bıraktığı sevdiklerini ve onların ne hissettiğini düşünüyor. Onların çok üzgün olduklarını biliyor, sevdiklerimden ayrı kalmanın çok zor olacağını hissediyordum. Zaten, burada geçirdiğim zaman boyunca en ağırlıkla hissettiğim duygu hasret oldu.
Zaman geçtikçe alışmıyorsunuz ama buranın rutinine uyum sağlıyorsunuz. Sonra ilk girdiğinizde hissettiğiniz o soğuk koridorlarda sizden başka kimsenin olmadığı hissi, kapı altından ya da havalandırmadan bağırarak iletişim kurduğunuz diğer tutsakların seslerini duyunca dağılıyor. İlk gün tabi bunları bilmediğimden diğer koğuşlardan adımızı söyleyerek seslendiklerinde ne olduğunu anlamadım. O sırada yapacak başka hiçbir şey olmadığından uyuyordum ve bir yerden birileri adımı söylüyordu.
Gaipten sesler duyuyorum diye kalkıp aşağı indim ve ses daha da arttı. O sırada ne diyeceğimi bilemediğimden ağzımdan çıkan "Hoop?!" oldu. Aklıma geldikçe bu sözüme gülüyorum. Neden ilk cevabın "hoop?!" olur diye. Bu şekilde komşu koğuşlarla konuşmaya başladık, avukat görüşü sırasında görüştüğümüz tutsaklardan buraya dair tüyolar almaya başladık ve şimdi tesisin yeni misafirlerine artık bizler tüyo veriyoruz.
- Uzun süredir cezaevindesiniz, dışarıya yönelik bir kırgınlığınız var mı? Tutuklu kalmanızın bir kesim tarafından meşru görüldüğü, bir kesimin de tepki göstermiş olsa bile bunu normalleştirdiği bir ortam söz konusu. Bu size ne hissettiriyor? Dostlarınız tarafından olmasa da kamuoyu tarafından unutulmuş olma hissine kapılıyor musunuz?
Dışarıya ilişkin bir kırgınlığım yok. Bu hukuksuzluğu meşrulaştıran değil destek ve dayanışma mesajları aldım. Kırgın değilim ama bu kararı veren, hukuk tanımaz bir şekilde bizleri cezaevinde tutanlara karşı elbette çok kızgınım. Tutuklanmamızın üzerinden 16 ay geçti ve tepkiler ilk günkü kadar yüksek sesle ifade edilmiyor. Zaten ilk günkü kadar yüksek tepkilerin devam etmesini beklemiyordum. Bu geçen süre içerisinde ülke gündemini sarsan pek çok olay oldu. Fakat hâlâ ülkemizin büyük çoğunluğunun verilen kararı ve tutuklanmamızı içine sindiremediğini, buna tepkili olduğunu görüyorum. İlk cezaevine girdiğimizde yapılan anket çalışmaları basına da yansıdı. Bu sonuçlara göre katılımcıların yüzde 65'i tutukluluğun ve verilen kararın hukuksuz olduğunu, yüzde 35'i ise hukuka uygun olduğunu söylüyordu. Bu da demek oluyor ki, iktidara oy verenler bile bu tutsaklığın hukuksuz olduğunu düşünüyor. Bu sonuç tek başına, iktidarın tüm kriminalleştirme çabalarına rağmen; büyük çoğunluğun hâlâ Gezi'nin suç olduğuna inanmadığını ve davanın hukuksuz olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Evet, dışarıdaki tepki zamanla azaldı fakat bu insanların düşüncelerinin değiştiğini ya da iktidar propagandasının işe yaradığını ifade etmiyor. Tabii ki desteğin artmasını ve bu hukuksuzluğun daha görünür hale gelmesini, daha çok ses çıkarılmasını beklerim. Bu konuda üzerine en fazla görev düşen ise kurumsal muhalefet ve onların, sadece bize karşı değil tüm hukuksuzlukları ısrarla dillendirerek daha çok farkındalık yaratması gerekiyor. Ne yazık ki ülkemizde uzun zamandır devam eden bir nöbetleşe hukuksuz tutsaklık hâli var. Bu hukuksuzluklar dün başkalarını hedef aldı, bugün bizi, yarın da başkaları hukuksuzluğa uğramasın. Memleketimizde yaşanan bu nöbetleşe hukuksuzlukların artık son bulması için daha fazla mücadele edilmesi gerektiğini görüyorum. Bu görev de daha demokratik, adil ve özgür bir ülkede yaşamak isteyen herkese, özellikle de muhalefete düşüyor.
Seçimi ve seçim sürecini cezaevinden takip etmek başka bir deneyim sundu. Sokakta neler konuşulduğunu, insanların neler düşündüğünü tecrübe etmeden dışarıda olanları anlamaya çalışmak zordu. Seçim sonuçları ise sade bir şekilde ifade edersem; tam bir hayal kırıklığı oldu. Seçim sürecinde birçok hata yapıldı, hatta kaybetme ihtimali kazanma ihtimalinden daha düşük olan bir seçim kaybedildi. Bu nedenle, sadece ben değil, ülkemizin yarısından çoğu hayal kırıklığı yaşadı. Buradan takip edebildiğim kadarı ile bu hayal kırıklığı, büyük bir tepkiyi de beraberinde getirdi ve seçmenler son derece haklı olarak muhalefet cephesinde temel bir değişim bekliyor ve talep ediyorlar.
Elbette Gezi Davası ve tüm yargı süreci tamamen AKP iktidarının talebiyle, siyasi amaçlarla kurgulandığından; seçimin muhalefetin zaferi ile sonuçlanması ile kısa bir zaman içinde tahliyenin gerçekleşmesini bekliyordum. Çünkü iktidar değişikliği ile beraber bu davada mahkûmiyet kararı verilmesi ve tutukluluğun devamı yönünde yargıya yapılan baskılar da ortadan kalkacaktı. Bu sadece Gezi Davası için değil, hukuksuz tüm yargı süreçleri için de geçerli olacaktı. Gerçek anlamda hukukun üstünlüğünün tesis edildiği, demokratik bir ortamda yargı üzerinden siyasi baskının kalkması ile bizim özgürlüğe kavuşmamız kaçınılmaz olacaktı. Bütün bu umut kırıcı ortama rağmen akıl ve vicdan sahibi hakimlerin halen yargı sistemi içinde olduğu inancı ile bu umudu muhafaza ediyorum.
- AİHM kararına rağmen Gezi davası tahmin edilebilir bir istikamette devam ediyor. Bu davada ne oldu, siz ne yaşadınız, ne oluyor ve ne olmasını bekliyorsunuz?
AİHM kararlarına, Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara rağmen Gezi Davası ve tutukluluk hâli devam ediyor. Yargı sürecinin en başına dönersek, hemen Gezi sonrası hakkımızda ilk soruşturma ve davalar açıldı. Bu süreçte Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet ve örgüt kurma, liderlik etme suçlamalarından sevgili Mücella Abla hakkında beraat, benim hakkımda ise takipsizlik kararları verildi. Daha sonra, 15 Temmuz Darbesi ardından FETÖ üyesi oldukları mahkeme kararı ile kesinleşen polis müdürleri, savcı ve hakimler tarafından bir soruşturma yapıldığı ve hukuksuz dinlemelerle sahte deliller yaratıldığı ortaya çıktı. FETÖ üyeleri tarafından hazırlanan aynı nitelikteki deliller açık suç unsurları da içermesine karşın 17-25 Aralık'ta başlatılan soruşturmalar için hukuksuz olarak değerlendirilirken, bizlerin hiçbir suç unsuru içermeyen görüşmeleri akıl almaz çarpıtma ve yorumlamalarla Gezi Davası iddianamesinde geçen tabirle "yeniden kıymetlendirildi". İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi de 18 Şubat 2020 tarihli kararıyla bu sözde delillerin hukuksuz toplandığını ve suç unsuru da içermediklerini söyleyerek hakkımızda oy birliği ile bir beraat, tutuklu Osman Kavala için de tahliye kararı verdi. Fakat o akşam R. Tayyip Erdoğan'ın beraat kararını tanımıyoruz sözü ile beraber Osman Kavala cezaevinden çıkamadan alelacele başka bir soruşturmadan tutuklandı... Hemen ertesi gün de Hâkimler ve Savcılar Kurulu mahkeme heyetinde görevli üç hâkim hakkında inceleme başlatılmasına karar verdi. Benim de içinde yer aldığım diğer sanıklar hakkında verilen beraat kararı ise delil tartışılması kararı ile istinafta bozuldu ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam eden Çarşı Davası ile birleştirilmesi istendi. Dosyanın yerel mahkemeye dönmesi ile o sırada adli tatil olduğundan 30. ACM hâkimi 13. ACM'ye iki dosyanın birleşmesi için kendisinin gönderdiği talep yazısını; iki hafta sonra geçici 13. ACM başkanı olarak atanmasıyla yine kendisi kabul ederek kendin pişir kendin ye usulü bir yargılama pratiği sergiledi. Bu akıl almaz hukuksuzluklara rağmen, itirazlarımız yine kabul edilmedi ve Gezi Davası daha önce bu hukuksuz olarak elde edilen sözde deliller suç içermiyor dediği için hakkında soruşturma açılan ve mahkûmiyet kararı vermeyeceği bilinen mahkeme heyetinden alınarak başka bir heyete hile yoluyla verilmiş oldu.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden başlayan yargılama sürecinde mahkeme heyeti, delil sunma taleplerimizi ve tanık dinlemeyi, hatta avukatlarımızın savunma yapmasını engelleyip reddederken, birleşen Gezi Davası ve Çarşı Davası'nı 4 duruşma sonra birden ayırdı. Dolayısıyla iki davanın mahkeme heyetini değiştirmek için birleştirildiği, sonra da ayrıldığı çok aşikâr. Mahkeme heyeti üyelerinden birinin avukatlık yaparken AKP üyesi olduğuna ve 27. Dönem milletvekili seçimlerinde aday adayı olduğuna dair itirazlarımız da reddedildi. Seçim Kanunu'na göre seçimlerde aday adayı olan bir savcı ya da hâkim görevine dönemezken, açıkça taraf olan bir isim mahkûmiyet ve tutuklama kararı altına imza attı. Üçüncü hâkim ise karara muhalefet şerhi koyarak delillerin hukuksuz olduğunu, delil olarak kabul edilseler dahi suç unsuru içermediğini söyledi. Bu şerh sonrasında ise hızla başka bir ilde görevlendirilerek sürgüne uğradı.
Kanuna aykırı olarak elde edildikleri açık olmasına karşın bir suç unsuru da içermediği için hiçbir delil tartışılmadan, karşı savunma hakkımız engellenerek mahkeme heyeti kendilerine verilen talimat doğrultusunda kararını verdi. Böylece tüm bu açık hukuksuzluklar silsilesi sonucunda tutuklandık. Ardından aynı şekilde tarafsız ve bağımsız olmadığı açıkça ortada olan İstinaf Mahkemesi de "delil tartışmak ve belki Çarşı Davası'yla birleşince delil çıkar oraya bakılsın" diye bozduğu beraat kararını delil tartışılmayan sürece, somut suç ve delil yok diyen hâkim şerhine rağmen oy çokluğu ile verilen tutukluluk kararını onadı ve Yargıtay'a başvuru yapıldı. Tutukluluğa itiraz etmek üzere Anayasa Mahkemesi'ne yapılan hak ihlali başvurularımız da reddedildi. Bu nedenle de ben AİHM'in Osman Kavala hakkında olduğu gibi, bizler için de hak ihlali ve adil yargılamanın kısıtlanması kararı vermesini bekliyorum.
Buna ek olarak Anayasal bir zorunluluk olmasına karşın, mahkeme heyetleri AİHM tarafından Gezi Davası kapsamında Osman Kavala hakkında verilen hak ihlali, beraat ve tüm haklarının geri verilmesi kararları ile; bu yargılamanın siyasi olduğu gerekçesiyle verilen 18. Madde ihlali kararı sonucu ülkemiz hakkında yaptırım uygulanmaya başlanması kararını görmezden geldiler. Açıkça anayasal suç işlemeye devam ediyorlar. Çok yakında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi AİHM kararlarını uygulamadığı için ülkemize uygulanacak yaptırımları görüşecek. Tüm ülkeyi etkileyecek böyle bir karar verilmeden anayasal bir zorunluluk olan AİHM kararlarının uygulanmasını bekliyoruz. Bu davada tutuklu yargılanan biri olsam da ülkemiz hakkında yaptırım kararı alınmasını isteyen en son insan benim. Bu nedenle Temmuz ayında Yargıtay Başsavcılığı'nın mahkemeye yolladığı tebliğname sonrasında Yargıtay'ın bu kararı bozarak tahliye kararı vermesini umut ediyorum. Tabii Yargıtay Başsavcılığı'nın tebliğnamesi ise bambaşka bir hukuksuzluk ve ibret belgesi, bunu geçtiğimiz ay bir makale ile detaylı biçimde anlatmıştım.
En son olarak silsile halinde yaşadığımız bu hukuksuzluklar sonrasında artık hukuka uygun bir karar verilmesini bekliyorum. Yargıtay'ın hukuksuz deliller ile suç yokken suç varmış gibi gösteren; hiçbir cebir ve şiddet unsuru yokken niyet etmişlerdir diyen mahkeme kararlarına karşı, hukuktan yana bir karar vereceğini umut ediyorum. Bu kadar hukuksuzluk sonrası elimizde tek kalan umut oldu.
- Gezi eylemlerini organize ettiniz mi gerçekten? Ya da sürmesi için bir eyleminiz oldu mu? Neden suçlandınız?
Gezi eylemlerini ne ben, ne tutuklanan isimler, ne de başka bir grubun organize etmiş olması imkansızdır. Bunun koşullarını iddialara cevap verirken mahkeme salonunda uzunca anlattım. Gezi Parkı'na, ağacına, yaşamına sahip çıkanlara karşı kullanılan orantısız polis şiddetine karşı bir itirazdı. Bu şiddet ve haksızlığa karşı, muktedirin aşağılamaları ile haysiyeti incinen geniş toplum kesimlerinin vicdanının harekete geçmesiydi. Hiçbir grup, hiçbir para ya da hiçbir güç odağı bu kadar birbirine benzemeyen, hatta zıt nitelikli insanları aynı amaç doğrultusunda, aynı anda sokağa çıkaramaz. Orada itirazlarını dillendiren çok farklı kimlik, dil, din, siyaset ve cinsiyetten insan vardı. Hatta başka bir ortamda karşılaştıklarında birbirlerine girecek gruplar, Gezi'de yan yana durdular. İnsanlar ortak itirazlarını dillendirmek üzere bir araya geldiler. Bizler de bu itirazlara tercüman olduk. Taksim Dayanışması, yapılması planlanan Topçu Kışlası görünümlü AVM/Otel Projesi ve Yayalaştırma Projesine karşı Gezi'den bir yıl önce imar planlarının askıya çıkması ile beraber sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve meslek odaları tarafından bir çatı yapılanması olarak kuruldu. Ben de Taksim Dayanışması içerisinde sekretarya görevi üstlenen iki meslek odasından biri olan TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı olarak Mücella abla ile beraber seçilmiş iki sözcüsünden biriydim. Hatta bu sıfat ile 5 ve 13 Haziran 2013 tarihlerinde hükümet ile yapılan görüşmelere de katıldım. Hükümetin istediği aslında Gezi'nin kendiliğinden bir tepki olarak ortaya çıktığı gerçeğinin zihinlerden kazınması. Bu nedenle Gezi'nin uluslararası bir komplo olarak dış güçler tarafından organize edildiği hikayesini anlatmak üzere bizler nezdinde Gezi'yi mahkûm etmek istiyorlar.
Gezi'nin sürdürülmeye çalışıldığı iddianamede geçse de bu sadece bir kişinin kastını ve haddini aşan sözlerinden başka dayanağı olmayan bir iddia. Aslında Gezi Direnişi iş makinelerinin ağaçları sökmesi ile 2013 Mayıs'ının sonunda başladı ve 15 Haziran'da parkın boşaltılması ile sona erdi. Sürdürülmesine, organize edilmesine ilişkin bizlerin bir faaliyeti olmadı. Fakat davada Taksim Dayanışması olarak Gezi sürecini, parkta yapılmak istenen projeyi ve buna karşı verdiğimiz hukuki mücadeleyi anlatmak üzere davet edildiğimiz ve sokak hareketlerinin tamamen sönümlendiği bir tarihte yapılan toplantılar; Gezi'yi sürdürmeye çalışarak hükümeti ortadan kaldırmaya yönelik faaliyet olarak anlatılıyor. Buna bağlı olarak da Gezi'de bizimle bağlantılı bir cebir ve şiddet unsuru gösteremeseler de niyet ettiler denilerek hükümeti devirme teşebbüsünde bulunduğumuz iddia ediliyor. Gezi bittikten sonra Gezi'yi organize etmek size mümkün görünmeyebilir ama biz bu nedenle tutukluyuz.
- Cezaevinde şimdi günleriniz nasıl geçiyor? Neyin eksikliğini duyuyorsunuz, gününüz, geceniz nasıl?
Cezaevinde günler çoğunlukla okuyarak, yazarak, bulmaca çözerek geçiyor. Televizyonda ilgimizi çeken filmler varsa mutlaka izliyoruz. İdare Süper Lig maçlarını televizyondan yayınlıyor. Her türlü spor karşılaşmasını kaçırmadan izliyoruz. Dünya Kupası'nı, Kadınlar Dünya Kupası'nı baştan sona izledik. Bugünlerde Avrupa Kadınlar Voleybol Kupası maçlarını izliyoruz. Hayatımda hiç bu kadar spor müsabakası izlememiştim. Burada sporun her türlüsüne doydum diyebilirim. Aynı zamanda her gün en az bir saat spor yapıyoruz. Buradaki hareketsizliğe karşı spor yaparak sağlığımızı korumaya çalışıyoruz. Ben daha çok gececiyim Hakan ve Can ise gündüzcüler. Gece geç saatlere kadar çalışıyor gündüz geç kalkıyorum. 20 metrekare üç kişi yaşadığımızdan bu biraz da zorunluluktan böyle oluyor. Koğuşta bir masa olduğundan tüm faaliyetler bu masada oluyor ve elbette yetmiyor. Burada olmanın en zor yanlarından biri sürekli dar alanlarda olmak; 20 metrekare yaşam alanı ve sabah 8'de açılıp hava kararınca kapanan 30 metrekare havalandırmada üç kişi yaşamak kolay olmuyor. Gün içinde gelen avukat arkadaşlar ve milletvekilleri ile görüşmeler yapıyoruz. Dışarıda neler olup bittiğini daha çok onlardan öğreniyoruz. Dış dünyayı kısıtlı iletişim olanakları ile takip etmeye çalışıyoruz. Aslında burada her şeyin eksikliğini hissediyorsunuz. Her şey eksik kalıyor ve hiçbir şey tam değil.
Geçirdiğim en güzel zaman ise haftada 10 dakika telefon görüşmeleri ve bir saat yapılan aile görüşleri. Ayda bir kez de bu görüşler açık oluyor ve ailenize, sevdiklerinize 1 saatliğine de olsa sarılabiliyorsunuz. Tüm hasretimi haftada bir kez, çoğunlukla cam arkasından gidermeye çalışmak gerçekten çok zor. Burada hissettiğim en ağır duygu hasret, özellikle aileme olan hasretim.
- Sizin de yemek pişirme ipuçlarınız, cezaevinde yaşamayı pratikleştiren yöntemleriniz var mı? Çiğdem Mater'in yazdıklarıyla cezaevindeki kadınların yaşadıkları biraz daha net görüldü? Sizin deneyiminiz, düşünceniz ne?
Yemek pişirme denince anlaşılan o ki her cezaevinin ortak yanı kettle. Bizim de tek pişiricimiz su ısıtıcısı. Genelde idarenin verdiği yemekleri tüketiyoruz ve onları su ısıtıcısı üzerinde ısıtıyoruz. Hakan mutfak sorumlusu olarak her gün en az bir kez harika salatalar yapıyor. Birkaç farklı denememiz oldu ancak su ısıtıcısında kaşarlı tost yapmak bile saatler aldığından sanırım o kadar sabırlı değiliz. Genelde idarenin verdiği yemekleri pratik şekilde değerlendirerek ya da kantinden aldığımız ürünlerle yemekleri hazırlıyoruz.
Cezaevinde yaşamı pratikleştiren birçok yöntem keşfettik. Burada her şeyin birden fazla amaç için kullanılabileceğini keşfediyorsunuz, dışarıda yüzüne bakmayacağınız çöpler burada işlevsel hale gelebiliyor. Yasak kullanıma girmediğinden emin olmak üzere işlevsel şeyler üretmek ise temizlik ile beraber benim sorumluluğum. Bu konuda size şu kadarını söyleyebilirim; MacGyver bizi görse kıskanırdı.
Cezaevini deneyimlemeyi elbette kimse istemez. Ama burada da rutine ve koşullara ayak uydurmayı başarıyorsunuz. Kendi adıma burada yakaladığım en büyük fırsat, dışarıda okuyamayacağım kadar okumak oldu. Buna rağmen özgürlüğünden olmanın ve kapatılmanın hiçbir olumlu tarafı olmadığını söylemem gerek. Özgür insanların özgür seçimleri ile bilgiyle donanıp kendilerini geliştirerek daha iyi bir gelecek kurabilecekleri, hak, hukuk ve adaletin hâkim olacağı bir ülkeyi umut etmekten, bu yolda mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.
Gökçer Tahincioğlu kimdir? Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |
Memleketin ana muhalefet partisinin 10 yıldır üyesi olan bir kişi terör örgütü üyesi olduğu nasılsa yeni fark edilebilmiş! Silahlı terör örgütü üyeliği suçunun unsurları oluşması için yeterliymiş bunlar… Kendinize yüksek sesle söyleyin: Silahlı terör örgütü üyeliği…
Devletin iç ve dış siyasi çıkarı nedir, devletin güvenliği nasıl ihlal edilir, bir organizasyonun çıkarları doğrultusunda hareket etmek ne anlama gelir, teklifteki bütün ifadeler bütünüyle muğlak. Belli ki yine gazeteciler, aydınlar, yazarlar, STK temsilcileri davalarla boğuşurken ajanlar cirit atacak…
Acının fotoğrafına bakalım sıklıkla… Unutmamak gerçekten de bir sadakat borcu olsun… Bir çiçek nasıl olup da böyle acı verebilir insanlara?
© Tüm hakları saklıdır.