İnsanın anlatmaktan vazgeçtiği bir aşama var. Anlamaya çalışmaktan da vazgeçtiği… Vazgeçtiği bir zaman var insanın. Asıl o zaman içinde küçük bir kıyamet kopuyor. Kıyametin ne olduğunu da o zaman öğreniyor. Bütün bu; "yaşamak, her şey benim olsun ve bütün sıkıntılar benden uzak olsun" deliliği içerisinde kendisine artık bir yer bulamadığında. Burada yeri olmadığını anladığında… Tutunduğu son güçsüz dal da kırıldığında...
İşte o zaman, çaresizce düşüyor, düşüyor düşüyor. Ve düşerken, bir yandan da korkarken korkusuzlukla yüzleşiyor. Belki evrenin içerisinde benim gibi düşenler vardır korkusuzluğu. Ya da yoktur. Olmasa ne olur?
* * *
George Floyd’un faşist bir polis tarafından nefessiz bırakılarak öldürülmesinin ardından Minnesota’da yaşananlar, bildiğimiz bir hikâyeyi yeniden anımsattı.
İbretle izleyenler, kınayanlar, bir "hoşgörü diyarında" yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu düşünenler, ağız dolusu küfür edenler…
O faşist polis, her gün kendisine gülerek selam veren birilerinin arkadaşı.
Birinin belki çaresizce, belki severek evlendiği bir adam… Birilerinin eski sevgilisi, birilerinin akrabası...
Konuştuğunda kötülüğü kavranan ama dışlanmayan, tepki verilmeyen ama başkalarını dışlamaya, yok saymaya hakkı olduğuna inanan… Kalabalığın verdiği güçle tüm bunları yapabilme kudretini kendisinde bulan… Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir ırkçı gibi…
Ve bir de masanın konforunu bozmamak, keyfimizi kaçırmamak için göz yumduklarımız var. Slogan atan, konuştuğunun tam aksi gibi yaşayan ama kalabalık gördüğünde nasıl konuşacağını iyi bilen, içinde küçük faşist, ırkçı, cinsiyetçi polisler yaşatanlar… Gerçeğini bildiğin ama ses çıkarmadığın, günü geldiğinde ses çıkartmak zorunda kalacağın, karnından konuşanlar…
* * *
"Hoşgörü diyarının" kalplere ve beyinlere yerleştirdiği "küçük hoşgörüler" tam 25 yıldır alanlarda kayıp yakınlarını arayan Cumartesi Anneleri’ne küçük bir omuz vermeyi akıllarından geçirmez misal. Hoşgörünün yönü farklıdır.
Zira o annelerin kayıp çocukları "teröristtir." Devletin mühim koltuklarında oturanlar öyle ilan etmiştir. Suç işlememiş, işkenceyle suç kabul ettirilmeye çalışılan, suç işlemiş olsa bile devletin kanunlarına göre 3-5 yıl hapis yatıp çıkacak olan insanların gözaltına kayıt dışı biçimde alınıp, işkenceyle öldürülmesi, bedeninin kimsesizler mezarlığının bir tarafına atılması hoşgörüyle karşılanmalıdır. Yasalara göre, "terörist" olsa da bunun yapılamayacağını söylediğinde, sen de terörist olursun. Listeye bir çizik daha…
Kayıp çocuklarının, babalarının, amcalarının, dayılarının, annelerinin, ablalarının resimlerini bir meydanda, sessizce havaya kaldırarak hesap verilmesini isteyen, yakınlarının cenazelerini isteyen, onları öldürenlerin bulunmasını isteyen, bir haber, sadece yakınlarından bir haber isteyen insanlar da teröristtir. Ne olabilir ki başka, elbette her biri teröristtir. Onlar dövülebilir, sövülebilir, suçlanabilir, gözaltına alınabilir, yargılanabilir. Ne yapılsa hak etmişlerdir ve yapılanlar hoş görülmelidir.
* * *
Bayram boyunca Çorlu’dan başlayan "polisin vatandaşa şiddet uyguladığını" gösteren görüntüler de nasıl bir hoşgörü diyarı olduğumuzu yüzümüze vurdu.
Çorlu’da evinin önünde şiddete uğrayan kişi, daha sonra hastanede, polis aracında, karakolda da dayak yediğini anlattı. Görüntüleri kayda alan komşusunun evi kanunsuzca basıldı, görüntüler alınmak istenildi.
Ardından İstanbul’dan görüntüler geldi, ardından Ankara’dan, ardından Diyarbakır’dan.
Bayramdan biraz önce, "dur" ihtarına uymadığı gerekçesiyle ve yanlışlıkla vurulduğu söylenen Suriyeli Ali Hemdan’ın ihtara uyduğu, buna rağmen başından vurulduğu, polisin de ayağının öyle söylendiği gibi kaymadığı raporu geldi. Bayramdan sonra ise Ankara’da, polis takibi sırasında trafik kazası sonucu öldüğü söylenen kişinin başından vurulduğu anlaşıldı.
Ama hepsinde "hoşgörülü" yurttaşların tepkisi aynıydı: "Kaçmasaydı, kim bilir ne yaptı, bize niye yapmıyorlar, polisi karalamayın…"
* * *
Bu memlekette savcılıkların listelerinde en sık görülen soruşturma başlıklarının başında "polise mukavemet" gelir. Polis, ölçüsüz şiddet uyguladığı her olaydan sonra "mukavemet" başlığına koşar. Bakanlık ya da Emniyet Genel Müdürlüğü hemen destekler; "provokasyon."
İnsanları saçlarından sürükleyerek gözaltına alan polis, robocop kıyafetlerinin içerisindeyken pet şişe ile yaralandığına dair rapor alır. Küfür eden, tokat atan polis ya da bekçi, küçük bir karşılık gördüğünde ya da yaptığına isyan edildiğinde mukavemet edildiğini söyler. Tekmeyle çocuk öldüren polis, ayağının yaralandığına dair rapor alır. Ve savcılıklar bu raporları mutlaka ciddiye alır. Mukavemet ciddi bir suçtur!
* * *
Tepkiler değişmez.
"İhtiyacın olduğunda polisi arıyorsun ama…"
Evet, polisin görevi de budur zaten.
Ve yaşadığın yeri sevmek de birini sevmek gibidir aslında. Halının altına süpürmeden, yanlış olanı, kalbini kıranı, zarar vereni göstererek, vazgeçme noktasına gelmeden sorunları yenmeye çalışıp, birlikte yürümektir sevmek… Yok saymak ya da hoş görmek değil.
* * *
Dominik Cumhuriyeti’ndeki Trujillo diktatörlüğüne karşı savaşan ve dikta rejimince öldürülen Mirabal kardeşlerin yaşamının anlatıldığı, Julia Alvarez’in kaleme aldığı roman, "Kelebekler Zamanı"nda , yüze çarpan bir cümleyi, tam da anlatılanlara öfkelenip, başka ülkelerdeki zulümleri, zulmeden başkalarını nefretle andığınız sırada söyler:
"Diktatörlük, bir tür Tanrı ile evreni birleştirip özdeşleştirmek gibidir. Diktatörler, kendilerinden bir parçayı her birimizin içine dikmeyi başaranlardır."
Her birimizin içinde kınadığımız bir diktatör, kınadığımız bir hayat, kınadığımız bir hoşgörü, kınadığımız bir ikiyüzlülük var.
Belki bazılarımızda biraz daha fazla…
İçimize dikilen o parçanın yeşermemesi umuduyla…