12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının sözüm ona önü açılmış, hayatları ilk gençliklerinde çalınmak istenen, bu memleketi aşkla ve umutla seven gençler, 30 yıl sonra nihayet hesap sorabilecekleri sevinciyle alanları doldurmuştu.
Yılmaz abi, en önlerdeydi, Yılmaz Cerek.
“1981'de öğretmenken gözaltına alınıp Mamak Askeri Cezaevi'ne getirildim. Copla dövülerek, küfür edilerek bir askeri araca bindirildim ve hayvanat bahçesinde yırtıcı hayvanların konulduğunu bildiğimiz bir kafese sokuldum. Üç, dört gün dayak ve küfürle askeri talim gördüm. Kafeste konuşmak, tuvalete gitmek yasaktı. Altına kaçıran bayıltılıncaya kadar coplanırdı. Üç dört gün boyunca Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve İstiklal Marşı söylettirilir ve ezberlettirilirdi. 4 günden sonra koğuşa tekme tokat atıldım. Sayım sırasında tahta copla dövüldüm. Sabah 05.30'dan akşam 20.30'a kadar sürekli askeri eğitim vardı. Havalandırmada yan yana dolaşmak, konuşmak, başını kaldırmak yasaktı. Askerler, birini seçer, ona İstiklal Marşı'nın belli bir kıtasını okumasını söyler, 5 yerine 6. kıtayı okuyan bayıltılıncaya kadar dövülürdü. Bir devletin İstiklal Marşı'nı kendi vatandaşlarına işkence aracı olarak kullanması en utanılacak insanlık halidir ama Albay Tetik bunu yapacak kadar düşmüştür. Görüş günleri tam işkenceydi. Götürülürken, getirilirken dayak yiyorduk. Görüşmecilerimize 'görüşe gelmeyin' diyorduk ama uzun süreli görüşü gelmeyenlere de 'niye görüşün gelmiyor lan' diyerek yine dayak atılıyordu."
Yılmaz Cerek
* * *
Mamak cehenneminin kısa tarifi…
Yılmaz abi, Kenan Evren’in konforlu evinden bağlandığı duruşma salonundaki atmosferi görünce, bu yargılamalardan bir sonuç çıkmayacağını kısa zamanda anlayanlardandı. Yöneticilik yaptığı Devrimci 78’liler Federasyonu, yine de bırakmıyordu darbecilerin peşini.
Zaman geçti, kendi halkını aptal yerine koyar biçimde bir karar çıkartıldı yargılamadan. Darbeden bu yana anayasada bulunan, “darbeciler yargılanamaz” hükmü aslında yargılamaya engel değilmiş, bu nedenle de zamanaşımı süresi geçmiş…
30 yıldır suç duyuruları reddedilen, darbecilerden hesap sorulmasını istediği için başına gelmedik iş kalmayan ve yargıdan sürekli, “anayasal engel var” yanıtı alan kim varsa, acıyla gülümsedi bu kararı aldığında.
* * *
Yılmaz abi, gördüğü işkenceler nedeniyle Mamak Askeri Cezaevi yönetimi ve dönemin emniyet yetkilileri hakkında da suç duyurusunda bulundu.
Suç duyurusu da cuntacıların yargılanmasıyla aynı komik gerekçeyle sonuçlandı. O dönemde gazetecilerin kapısını çaldığı Mamak’ın kudretli komutanı, huzurla yatağında ölmesine izin verilen, yargı önüne bile çıkartılmayan Raci Tetik şöyle dedi, ölenler, işkenceden geçirilenler, hayatı çalınanlar için:
"Uzatmayın canım bu kadar."
Haklıydı! Uzatmadılar. Anayasa Mahkemesi de katıldı savcılığın, mahkemenin ve Yargıtay’ın komik kararlarına. Hatta geride kalmamak için 12 Eylül’de yakınlarını kaybedenleri, işkenceden geçirilenleri suçladı:
“Zamanında harekete geçilmemiş, ihmal edilmiş…”
* * *
Yılmaz Cerek, gencecik bir öğretmenken 12 Eylül’de tutuklanmış, Mamak Askeri Cezaevi’nde işkenceden geçirilmiş, o eziyetin ardından mesleğinden de olmuştu.
Yaşamı boyunca çalıştı.
Hem darbecilerden hesap sormak hem de ailesini ayakta tutmak için.
Türkiye’nin barış içinde büyümesi, memleketin çocuklarının kendi yaşadıklarını yaşamamaları için mücadelesini de sürdürdü bir yandan.
10 Ekim 2015’te, küçük Veysel’in ölümünün bile alkışlandığı bu ülkeye biçilen gömleğin yırtılıp atılabilmesi için, iki canlı bombanın cumhuriyet tarihinin en büyük katliamını gerçekleştirdiği Ankara Gar Meydanı’ndaydı.
Bacağından yaralandı birilerinin “kokteyl terör” diyerek küçümsediği, büyük ihmallerin asla soruşturmadığı o katliamda.
* * *
Yılmaz abi, yine de alanlardan, hak mücadelesinden, çalışmaktan hiç vazgeçmedi. Gittiğin her yerde görmek mümkündü yine onu.
Ancak 10 Ekim’den sonra susturulamayan o büyük neşesi, gür sesi, bir yerinden kırılmıştı sanki… Daha az gülüyor, daha uzun bakıyordu uzaklara.
10 Ekim’in hesabını da sormak için adliye adliye, mahkeme mahkeme dolanıyordu. Neşesi kırılsa da bitmiyordu mücadele azmi.
* * *
Bu ülkenin memleketi aşkla seven insanlarının kaderi bu. Bayrağın, sloganların arkasına saklanıp yapmadığını bırakmayanlar tarafından fişlenip, yaşayamaz hale getirilmek ve buna karşı direnmek…
Emeğinden zerre fazlasına göz dikmeyen insanların, hiç emek vermeden ne varsa hepsini isteyenler tarafından linç edilmesinin hikayesi bu. Uzun, yıllara yayılan bir linç.
Yılmaz abi gibi öğretmen olan ve tesadüflerle emekliliğine kadar çalışmayı başaran eşi Aysun Cerek de yargılanıyordu bir yandan.
Facebook hesabında devrimci önderleri anmıştı, büyük suçu buydu.
O dava beraatle sonuçlandı.
Kısa süre önce ise yeni tebligat yapıldı. Cumhurbaşkanı’nın Sisi ile olan fotoğrafını paylaşmış, “Kılıçdaroğlu herhalde” diye ekleyerek, siyasi çelişkiye dikkat çekmişti. Bu kez daha büyük bir suç işlediğinden ifadeye çağrılmıştı.
Bitmiyordu Cerek ailesinin imtihanı!
Gülüp geçiyorlardı da hayat da geçiyordu işte bir yandan.
* * *
Yılmaz abi, devrimci inadı ile bağdaşmayacak biçimde, olmadık ve beklenmedik küçük bir rahatsızlığın ardından dün hayatını kaybetti.
Geride onurlu bir isim bırakarak veda etti sevdiklerine.
İsminin ve mücadelesinin ne kadar büyük olduğuna kuşku yok olmasına da böyle mi veda etmeli bu güzelim insanlar hayata… Böyle mi yaşamalı bu hayatı…
Yanıtları belli elbet. Şimdi böyle yazdığımı görse belki de kızardı… “Biz onurlu bir hayat yaşıyoruz” diyerek, altını kalın kalın çizerek. Ama elbette ne dediğimin gayet farkında ve mücadeleyle geçen bunca yılın yerine bir başka yaşamın mümkün olduğunu da bilerek…
* * *
HZİ Vakfı ile ilgili işleme konulmayan suç duyurusu: “Zorunlu gönüllüler”
Memleketin gerçeği bu… Bir yandan cezaevinde işkenceden geçirilenler yaşamları boyunca hak mücadelesi vermek zorunda kalırken, diğer yanda cuntacılarla iş birliği yaparak, sözde terör araştırmasına soyunanların ismine küçük bir leke gelmesin diye kocaman mücadeleler yürütülüyor.
Gazeteci Fatih Altaylı, Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra gündeme gelen, başkanı olduğu HZİ Vakfı ve vakfın kurucularından Turan İtil’in cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili bir programa imza attı. Konuğu yazar Sadık Usta’ydı.
Usta, günlerdir, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerolog olarak bilimsel bir çalışmaya imza atmadığı ve cezaevlerindeki terör araştırmasının sorumlularından olduğu yönündeki iddialara yanıt veriyor. İddiaların sahiplerini de cumhuriyet değerlerine saldırmakla suçluyor. Yanıtlarını bu programda verdi.
Muazzez İlmiye Çığ’ın bilimsel çalışmaları ile ilgili örnekler verdi. Bu örnekleri ve çalışmaların niteliğini uzmanlar elbette değerlendirir.
Önemli kısmı İtil’in Genelkurmay’la iş birliği içinde cunta koşullarında cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili sözleriydi.
Özetle, İtil’in ilaç araştırmalarının cezaevlerinde olmadığı, bunu dışarıda gönüllülerle yaptığı yönündeydi.
İtil’in cuntacılarla birlikte cezaevlerinde bir terör araştırmasına imza atmasını ise “hata” olarak yorumladı ve hakkaniyetli biçimde eleştirdi. Ancak bu araştırmada mahpusların kobay olarak kullanıldığı iddialarının doğru olmadığını söyledi.
Hakkı var. Birkaç suç duyurusu dışında bu konuda somut bir veri yok. Cezaevlerinde ilaçla çalışmalar yapıldığı iddialar söz konusu ancak bu araştırmanın İtil’in araştırması olduğuna yönelik bir kanıt bulunmuyor. Bunu ancak Genelkurmay arşivleri açılırsa görebileceğiz.
Turan İtil
* * *
İtil’in cezaevlerinde araştırma yapmasını “çok saf, naif” olmasına bağlamasının ise fazla naif kaçtığını söylemek lazım. Usta da bu konuda İtil’le yapılan nehir söyleşi kitabındaki anlatıya, İtil’in sözlerine bağlı kaldı. Ne kadar önemli bir bilim insanı olduğunu belirterek, Türkiye’deki koşulları bilmemesine bağladı yaptığı araştırmayı…
Ancak Ayhan Songar’la bu araştırmayı yapan İtil hakkındaki suç duyuruları, yapılan ve “anket” diye küçümsenen çalışmaların niteliği pek de naif değil.
Dev-Sol davası hükümlülerinin 1985 tarihli suç duyuruları örneğin… 1985’te cezaevindeki “anket” çalışmaları ile ilgili yapılan suç duyurusunda, İtil’in de sözünü ettiği Adalet Bakanlığı’nın araştırmanın sonuçlarıyla ilgili düzenlediği gizli toplantıya atıf yapılıyor. Bu toplantıda CIA uzmanı Paul Henze’nin bulunmasına daha o tarihte dikkat çekiliyor. Suç duyurusunda, İtil’in, “Bir memlekette tıbbi bulguları engellemeye çalışıyorsanız, bunun bir yolu da insan haklarını bahane ederek tıbbi bulguları önlemektir” sözüne de yer veriliyor.
Suç duyurusunun ilerleyen bölümünde, İtil’le birlikte çalışmayı yürüten Songar’ın, cezaevlerindeki hükümlü ve tutukluları bölükler halinde ayrı bir bölüme aldırdığı, burada onları araştırmaya katılmak için tehdit ettiği anlatılıyor. Sonuç alamayınca anket yönteminin uygulanmasına karar verildiği…
Bu suç duyurusu da sonuçsuz kalmış elbette. Ne olabilirdi ki…
* * *
Bilgiler ve tanıklıklar bununla sınırlı değil… Elbette bu konuda yazılara, “Ben de Alemdağ cezaevindeydim. Bize sadece anket uygulandı ve hiçbir zorlama yapılmadı” diye yanıt veren tanıklar da var.
Ancak bunun yanında, önceki yazımdan sonra bana ulaşan, halen İstanbul Medipol Üniversitesi’nde Halk Sağlığı Uzmanı olarak görev yapan, Türkiye’nin önde gelen bilim insanlarından Prof. Dr. Osman Hayran’ın tanıklığı da önemli. Anlatımı özetle şöyle:
“Yıl 1982 sonu, 83 başları. Genelkurmay Başkanlığı Sağlık Veteriner Daire Başkanlığı’nda Tabip Asteğmen olarak askerliğimi yapıyorum. Harekat Başkanı Korgeneral Muhittin Fisunoğlu beni bir gün odasına çağırıyor. Kişilerin suça yatkın olup olmadığını anlamanın mümkün olup olmadığını soruyor. Hiç düşünmeden ‘hayır’ diyorum… Bunun üzerine yanına çağırdığı bir öğretmen albaydan bir araştırma raporu alıp bana veriyor. Raporu incelememi ve rapor hazırlamamı istiyor… Taslak halindeki raporun J Başkanları toplantısında tartışıldıktan sonra Kenan Evren’e sunulacağını ve sonuçlarının uygulamaya konulacağını anlıyorum.
Raporumu hazırlıyorum. J Başkanları toplantısında değerlendirmeyi kendi adına benim yapmamı istiyor.
Katıldığım toplantıda raporun araştırma yöntemi ve veri toplama şekli açısından ne denli yetersiz, yanlı ve bilimsellikten uzak olduğunu madde madde anlatıyorum… Araştırmayı yürüten birimin komutanları da dahil kimse itiraz etmiyor ve dinleyenlerin beden dilinden büyük oranda onaylandığını anlıyorum. Bir ara Orgeneral Necdet Öztorun dayanamıyor ve ‘Doktor, çok mantıklı şeyler söylüyorsun ama bu araştırmayı planlayan kişi Amerika’da terör konularında dünya çapında uzman bir psikiyatrist olan Prof. Dr. Turan İtil’ diyor. Israrla, uzman olmanın bu hataları haklı göstermek için yeterli olmayacağını vurguluyorum. Toplantı sonunda raporun askıya alınması, gerekirse benim de ekibe katılarak revize edilip edilemeyeceğinin incelenmesinin kararlaştırıldığını daha sonra öğreniyorum. Bana göre revizyonun mümkün olmadığını, hatta bu amaçlı bir bilimsel araştırmanın yeniden tasarlanmasının bile mümkün olmayacağını belirtiyorum… Araştırmanın devam edip etmediğini, nasıl sonuçlandığını ne yazık ki bilemiyorum. Bu konudaki ayrıntılar eminim Genelkurmay arşivlerinde yer almaktadır ve bulunabilir.”
Genelkurmay arşivlerinde büyük sırların yanıtlarının bulunduğuna kuşku yok. Bu konuda “naif” tespiti yapılmadan önce İtil’in sözlerinin dışında başkalarının ne dediğine bakılması gerektiğine de…
Gökçer Tahincioğlu kimdir?
Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.
Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.
Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.
İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.
|