17 Mayıs 2020
Doğayı giderek daha fazla özlediğimiz, hayatımız için önemini anladığımız zor bir zaman diliminden geçiyoruz. Umuyoruz ki bu zor zamanlar da kısa sürede geride kalacak ve doğayla yeniden ve daha coşkulu kucaklaşmamız gerçekleşecek. Bugün doğayı her yönüyle yaşamakla kalmayıp Macerasever programıyla evlerimize de getiren Orkun Olgar’la söyleştik.
- Orkun Bey, sizi birçok kişi gibi ben de Macerasever programınız vasıtasıyla tanıdım. O günden beri de keyifle ve imrenerek takip ediyorum. Gözlemlediğim kadarıyla doğayla çok iç içe ve uyumlu bir yapınız var. Biraz doğa sporlarıyla tanışma serüveninizden bahseder misiniz?
Öncelikle doğayla uyumlu tanımını bir iltifat olarak kabul ediyorum. Teşekkür ederim. Ben şöyle düşünüyorum. Yaptığı işi severek yapan herkese o gömlek yakışır. Bu her meslek için de geçerli aynı zamanda. Mesela birisi doktordur ve işini severek yapıyordur, bu iş için doğmuş sanki dersin. Mesela ben perakendeyi de uzun yıllar yaptım o zaman da benim için bu iş için doğmuş sanki derlerdi. Bu esnada büyük dostluklar kazandık. Perakende çünkü çok sosyal bir meslektir, severek yaparsan çok iyi dostlar edinirsin. Ne şanslıyım ki şu anda da yaptığım işi çok seviyorum.
Doğayla, sporla tanışmamıza gelirsek babam ve annem kardeşimle ikimizi ciddi bir işbirliği ile büyüttüler. Ama asıl doğa sporcusu olan net bir şekilde babam. Annem de ona muazzam bir uyum sağlıyor. Çünkü hepimiz biliyoruz, ben de bir evlilik geçirdim, bir tarafın diğer tarafa uyum sağlaması o kadar da kolay bir şey değil. Ben 2.5-3 yaşlarında kayağa başlamışım. Nasıl öğrendiğimi bile hatırlamıyorum. Yine yüzmeyi de nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. 2 yaşındayken babam yüzdürmüş denizde. Yine daha önce de verdiğim bir örnek, 1984 yılında babamın Murat 131 arabası var, üzerine gemiyle yurtdışından getirdiği rüzgar sörfü tahtasını bağlıyor ve biz İstanbul’da sörf yapacak yer arıyoruz. Ben 10 yaşındayım kardeşim 7 yaşında bu sırada. Dolayısıyla sporla tanışmam büyük ölçüde şans diyebilirim. Annemden ve babamdan gelen bir şans.
Başka bir örnek vereyim, ben 7 yaşında falandım, babam "Arabayla çadır kura kura tüm Avrupa’yı dolaşacağız" dedi. Bir ay boyunca dolaştık. Adriyatik sahillerini gezerken mesela güzel bir koy gördüğümüzde hemen çadırımızı kuruyor, ateşimizi yakıyor, denize giriyorduk. O gün için böyle bir tur çok sıra dışı ve vizyonlu bir hareketti. Dolayısıyla hem genlerimiz, hem de ailemizin doğayla iç içe olup aktif bir hayat sürmeyi bize kodlaması, ayrıca işimizin de bununla alakalı olması büyük şans ve doğru seçimler diyebilirim.
- Macerasever programında üçüncü sezona başladınız. Her bölüm de birbirinden heyecanlı geçiyor. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Macera sever fikri aynı SPX’in kuruluşu gibi bizim bu alana olan sevgimizden doğaçlama olarak çıktı. NTV’ye gittik, orada çok sevdiğimiz arkadaşlar var, Cengizhan, Handan, Banu, Mustafa, hepsi dünya tatlısı insanlar. O sırada onlarla bir barter anlaşmamız vardı bu arada. Bir toplantıda Cengizhan dedi ki, "Senin Youtube videolarını izledim, çok güzel bir hitabın var, doğa sporları alanında uzmanlığın var. Türkiye’nin de bu alanda bir Vedat Milör’e ihtiyacı var, neden bizle böyle bir program yapmıyorsun?". Tam da o sırada bizim 15 gün sonra tüm hazırlıkları yapılmış Kaçkarlar’da bir video çekme planımız vardı Cüneyt’le. Tabii biz Youtube’da yayınlamayı planlıyorduk. İşte o toplantıda bizim bu programı NTV için çekmemiz kararlaştırıldı. Daha ortada ismi bile yoktu. Biz o programı şektik ve birinci bölüm olarak da hemen yayınlandı. İsim olarak da Maceraperest ortaya atılmıştı. Handan "Maceraperest biraz hayalperest gibi yapmak isteyip de yapamayanı andırıyor. Macerasever olsun dedi." İsmi de öyle konmuş oldu
Macerasever’de yirminci bölüme geldik. Bu bölüm de ilk bölüm gibi Kaçkarlarda çekildi. Uluslararası bir ekiple çalıştığımız için İngilizce çektik, Türkçe dublajla yayınlayacağız. Belgesel tadında çok keyifli bir bölüm oldu. Kaçkarlardaki ilk bölümümüzde Heliski (Helikopter destekli kayak) operasyonunun nasıl yapıldığını anlatmıştık. Bu bölümde de yürüyerek, tırmanarak ve kayarak zirvelerden geçen Rize-Artvin sınırını geçiyoruz. Şu sıralarda da pandemiyi fırsat bilerek özel bir izinle İstanbul’la ilgili 4 ya da 5 bölümden oluşacak bir seri çekiyoruz. İstanbul ve doğa sporları genelde alakasız gibi görünür ama öyle değil. İzlerken ağzınız açık kalacak diyebilirim. O denli etkileyici görüntüler çektik. Madagaskar gibi, Tayland gibi egzotik bir ülkede çekildiği düşünülecek görüntüler sunacağız.
- Programınız esnasında Türkiye’nin dört bir tarafını dolaşıyorsunuz. İzlemesi kadar çekimlerinin de keyifli geçtiği anlaşılıyor. Çektiğiniz bölümler arasında sizi en çok etkileyen hangisiydi? Neden?
Bu bana çok sorulan sorulardan bir tanesi. Oraya girmeden önce, dediğin gibi çok keyif alıyoruz. Sadece ben de değil, yanımdaki arkadaşlarım, ekibim, yönetmenimiz, görüntü yönetmenimiz, kameramanımız, hepsi keyif alıyor. Çünkü doğayı çok seviyorlar, bu ülkeyi çok seviyorlar. Çalışma esnasında -20 oC de görüyorlar, +40 oC de görüyorlar. Bunu sevmeyen biri o ortamda yüzü gülerek işini yapamaz ve o zaman da güzel bir iş çıkartamaz. Dolayısıyla ben kendimi o anlamda da çok şanslı hissediyorum. SPX tarafında çalıştığım insanlar da hep yüzü gülerek çalışan, keyif alan, keyif veren kişilerdi. Burada da yine çok şanslıyım. Bazen küçük sakatlıklar yaşıyoruz, bir yerimiz kesiliyor, onlar da yaşıyor. Mesela belini incitiyor, ayağı kayıyor bileğini burkuyor ama bir gün bir tanesinin bile yakındığını, ne o anda, ne öncesinde, ne sonrasında hiç görmedim. Bu hepimiz için müthiş bir şans.
En etkileyen bölüm sorusuna geri dönersek bu çok zor bir soru. Çünkü hepsinin tadı farklı. Yine de bir nebze fazla etkileyenler aklıma geliyor hızlıca düşündüğümde. Samsun’un 70 km güneyindeki Şahinkaya Kanyonu bunlardan biri mesela. Kanyonun tepesine çıkıp tam da günbatımında baktığımda o 500-600 metrelik duvarlar, aşağıdan turkuaz renkte akan Kızılırmak, güneş kaya duvarlarının bir bölümünü aydınlatırken bir bölümü gölgede kalıyor, önümde de yine 500 metrelik bir uçurum var. Orada gördüğüm görüntü tam anlamıyla nefesimi kesmişti. Birkaç dakika boyunca kalp atışlarım normale dönmemişti. Sonra Karia bölümü var. Bu bölümde İztuzu plajının arkasında Dalyan’ı geçtik, arkada müthiş bir antik kent var: Kaunos Antik Kenti. 2500 yıllık bir antik kent. Tepede de bir kale var. Kaleyi öyle bir yere yapmışlar ki, karşında o Caretta Caretta’ların yumurtladığı, dünyanın en güzel plajlarından bir tanesi, arkasında lagün, tüm bu koyu görüyor. Solunda da Dalyan var. Orada günü batırdık Karia Yolu bölümünde. O da mesela nefes kesen anlardan bir tanesiydi. Yine Kaçkarlar bölümü var. Helikopterin bizi bırakıp gittiği, 5000 kilometrelik bir alanın tam ortasında olduğunu düşün 2-3 kişi arkadaşlarınla. En yakın medeniyete belki 50 km uzaklıktasınız ve oraya ulaşmak mümkün değil. Bu tarz anlar gerçekten paha biçilmez, kelimelerle anlatılamayacak anlar. Çünkü bütün duyu organları harekete geçiyor o anda. Oradaki rüzgar, oradaki, ses ya da sessizlik, koku, doku çok çok özel. Bunlar benim hayatımdaki en özel, çok üst seviye noktalar, anlar diyelim. Bunları kendi arasında sıralamaya koyamam ama herhalde top 3 bunlar diyebilirim.
- Birçok sporla uğraştığınızı biliyoruz. Kayak, kano, bisiklet bunların başında geliyor sanırım. Favori sporunuz hangisidir ve nerede yapmaktan en çok keyif alırsınız.
Yine çokça sorulan soruların başında geliyor bu ve cevabı gerçekten çok zor. Çünkü her birini farklı ortamlarda yapıyorsun, farklı dokularda yapıyorsun ve farklı hazlar yaşıyorsun. Benim aslında ana sporum tenis. Eski milli tenis sporcusuyum. Ama artık sakatlıktan dolayı tenis oynayamıyorum, yaklaşık 15 yıldan beri. Onu apayrı bir yere koyuyorum. Programda yaptığımız sporlara bakarsak özellikle kano, bisiklet, kayak ve doğa yürüyüşleri ön plana çıkıyor. Başkaları da var elbette Enduro motor ya da ATV gibi ama bu dördü çok ön planda. Bu dördünün içinde bazı yerlere sadece bazılarıyla girebiliyorsun zaten. Örneğin nehre giriyoruz, karadan ulaşması zor koylara giriyoruz, bunları ancak kanoyla yapabilirsin. Bunun yaşattığı haz çok farklı. Suyun üzerinde olma hissi. Kayak doğduğum günden beri yapıyorum ama hiç kanıksamadığım, sıkılmadığım bir spor. Ben 46 yaşındayım ve hâlâ büyük haz alıyorum. Tabii gittiğim yerler de back-country dediğimiz en vahşi yerler, dağın arka yüzü. Pist kayağı da yapıyorum annemle, babamla, kızımla ve yine keyif alıyorum bu arada. O ortamlarda bulunmanın yaşattığı his, doğanın güzelliğini bir sporla birleştirmek yine vazgeçilemez bir hale geliyor. Bisikletle geçtiğimiz bazı tek kişilik patikalar, sahil yolları, dağ yolları... Hepsi birbirinden farklı, birbiriyle kıyaslamak çok zor. Yine bazı yerler var sadece yürüyerek gidebiliyoruz. Mesela Ilgarini Mağarası. Oraya ulaşmak için 3.5 – 4 saat yürüdük ve tırmandık. Mağaranın kapısına geldiğinde kalıyorsun bir an. Prometeus filminden bir sahne gibi. İnsan yapımı gibi diyorsun. Halbuki doğa milyonlarca yılda yapmış. Dolayısıyla bu sporları ayırmak, şundan vazgeçerim demek zor.
- Son dönemde eşya biriktirmektense deneyimciliğe yönelimin arttığını gözlemliyorum. Giderek daha çok kişi mutluluğu doğada yapılan aktivitelerde arıyor diye düşünüyorum. Siz de bu gözlemi paylaşır mısınız? Özellikle Türkiye’de bu yönelimin artması, deyimi yerindeyse insanımızın doğayla barışması için bireylere ve/veya kurumlara önerileriniz olur mu?
İnsanların doğaya dönüşünde gerçekten de bir artış var. Yeterli mi ve yeterli bilinçle mi bu soruları sormamız lazım. Bence Türkiye çapında bir ülke için yeterli hızda bir artış değil bu. Çok daha fazla insan doğaya gidebilir. İnsanlar hâlâ evlerinde, kafelerde ve birkaç belli başlı plajda zaman geçirmeyi tercih ediyorlar. Dolayısıyla yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yeterli bilinçle mi çıkılıyor bu da ikinci soru. Ben özellikle doğaya çıkmaya yeni başlayan kitlenin bilinçli olmadıklarını görüyorum. Kayağa da gitseler, bir patika yürüyüşüne de gitseler, ormanda kampa ya da bisiklet binmeye de gitseler doğayı korumak anlamında da, kendini korumak anlamında da korkunç bilinçsizler. Elbette aralarında çok bilinçliler de vardır onları tenzih ederim ama geneli söylüyorum, bir cehaletle karşı karşıyayız. Cehalet hakaret olarak algılanabiliyor ama aslında bilmemek demek. Benim nükleer tıp konusundaki cehaletim de sonsuz mesela. Çünkü hiç bilmiyorum. Şimdi bizim insanımız da doğa konusunda çok bilgisiz. Bir şeyler yolunda gitmediği zaman ne yapacağın, her şey yolundayken nasıl davranması gerektiğini, doğayı korumakla ilgili yapılacakları, gerekli protokolleri, güvenlik ekipmanlarını, konfor ekipmanlarını bilmiyor. Biz Macerasever’i bu anlamda bir sosyal sorumluluk projesi olarak da görüyoruz. Bu işi öncelikle kâr etmek amacıyla yapmıyoruz. İnşallah büyüse, sınırları aşsa bile Orkun Olgar bu işten para kazanmayacak. O yüzden bu misyona baktığımızda TEMA vakfı gibiyiz aslında. Ya da annemin icra kurulu başkanı olduğu Türk Kalp Vakfı gibiyiz. Türk Kalp Vakfı ne yapıyor? İnsanları sağlık konusunda bilinçlendirmeye çalışıyor. Biz de Macerasever olarak Türkiye’nin doğal güzelliklerini gösteriyoruz. Türkiye olağanüstü güzellikte bir toprak parçası. Bizler bunun farkında değiliz. Hatta İstanbu’da yaşayan İstanbul’un farkında değil. Dolayısıyla ilk misyonumuz ülkemizin güzelliklerini anlatmak. İkinci misyonumuz insanımızın aktif bir hayatı doğayla birlikte sürmesini sağlamak. Üçüncü misyonumuz da hem konfor hem güvenlik anlamında, ekipman ve protokol bazında insanımızı bilinçlendirmek.
Benim şöyle bir iddiam var. Belki biraz uçuk gelebilir ama bugün beni Milli Eğitim Bakanı yapsalar ilkokul birinci sınıfa tabiatla ilgili bir ders koyarım. Ve inan bana bu ders benim gözümde birçok dersten daha önemli. Onun için birçok dersten vazgeçebilirim, tabiat dersinden vazgeçmem. Tabiat bizim varlık sebebimiz, biz tabiatın bir parçasıyız. Doğayla uyum içinde yaşayamadığımız için bugün her şey başımıza geliyor. Doğayı anlayamadığımız için küresel ısınma gibi, buzulların erimesi gibi sorunlarla boğuşuyoruz. Şimdi buzulların erimesiyle beraber milyonlarca yıl önce orada donmuş hangi virüsler ortaya çıkacak bilmiyoruz mesela. Bu sorunların da sebebi bizim tabiatı anlamamış olmamız. Şimdi bizim çocuklarımız haftada üç gün tabiat diye bir ders görseler, tabiatla iç içe yaşanan harika bir hayatı çocuklarımıza göstersek, onları doğaya çıkarsak, bizden önceki eğitimsiz jenerasyonların attıkları çöpleri toplatsak bu çocuklar 15-16 yaşına geldiklerinde nasıl fertler olurlar? Bu sadece bir tanesi, bunun gibi yapılabilecek çok şey var.
SPX’in CEO’su olarak işiniz gereği her tür sportif aktivite ve turizmle de yakından ilgilisiniz. Koronavirüs'ün de bu alanları çok etkilediği hepimizin malumu. Bu virüs ortadan kaybolduktan sonra sektörde bir değişim bekliyor musunuz? Her şeyin eski normale dönmesi mümkün mü?
Evet hiçbirimizin bilmediği konuya geldik. Doğru SPX’in CEO’su olarak baktığımda grup olarak 1000’in üzerinde çalışanımız var. Bu insanlara karşı sorumluluğumuz var. Her şirket de ekonominin bir parçası. Şirketlerin çalışanlarıyla beraber başarıları da ekonomik anlamda ve hayat standardı anlamında ülkenin başarısı anlamına geliyor. Bu bağlamda hepimizin sorumluluğu bu zor dönemi en az hasarla atlatmak için elimizden geleni yapmak. Tabii bir iş insanının önündeki en zor görevler ileriyi göremediği ve tecrübe sahibi olmadığı konularla mücadele etmek. Şimdi bu süreç de bunun en güzel örneği. Çünkü devlet yöneticileri de, iş insanları da, bilim insanları da bugüne kadar karşılaşmadıkları bir problemle karşı karşıya. Böyle bir durumda yorum yapmak çok güç. İnsanların nasıl tepki vereceklerini bilmiyoruz. Yakın geçmişte, bu dijital çağda böyle bir tecrübe edinmiş bir jenerasyon yok. Geçmişte daha lokal salgınlar var ancak o dönemde ekonomiler de bugünkünden çok farklı. O yüzden tamamen normale dönecek miyiz bilemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim, Türkiye olarak biz krizlere ve bu tarz sorunlara Batı medeniyetine kıyasla çok daha alışığız. Son 20 yıla bakarsan, hatta son 50 yıla bakarsan biz neler görmüşüz. Askeri darbeler görmüşüz, 2001 krizinde ciddi bir devalüasyon görmüşüz, binlerce şirketin bir anda batışına şahit olup normale dönmüşüz. 15 Temmuz var, Gezi olayları var, var da var. Dolayısıyla bizim hastalıklara ve sorunlara karşı bağışıklık sistemimiz son derece gelişmiş. Çok çabuk tepki verip toparlayabiliyor. Ben bu anlamda ülkemize çok güveniyorum.
Biz dünyada normale en hızlı dönecek milletlerden bir tanesiyiz. Mesela Almanlardan hızlı normale döneriz. Onlardan iyiyiz anlamında söylemiyorum ama onların o kadar krizsiz bir yakın geçmişleri var ki böyle bir darbede darmaduman oluyorlar. Dolayısıyla bizim ekonomik olarak olmasa bile en azından psikolojik olarak kolay ayağa kalkabileceğimizi düşünüyorum. Son dönemde hep bahsedilen "Yeni Normal" bence de olacak ve bu süreçte bizim de içinde yer aldığımız perakende sektörü, yani tüketiciyle doğrudan muhatap olan sektör bundan çok etkilenecek. Perakende demişken de bunu spor, abiye giyim, araba, aksesuar vb. olarak da ayıramayız. Tüm perakende bunun içinde. Ama şunu da görebiliyoruz, insanlar perakendenin en büyük ayağı olan marketlere gidip alışverişini yapıp ödemesini yapıp çıkabiliyorsa mağazalara da gelip alışverişini yapabilirler. Teorik olarak hiçbir fark yok. Bir de şu var ki gözlemlediğim AVM’ler genelde günah keçisi ilan edilir bu gibi durumlarda. Mesela Reina saldırısı olur, AVM’lere gitmeyin denir. Oysa Türkiye’de sokak mağazacılığı Avrupa’nın aksine çok olmadığı için AVM’ler ABD’de olduğu gibi ekonominin temel taşlarından bir tanesi sonuçta. Bugün AVM’lerde milyona yakın insan çalışıyor. Dolayısıyla ilk günden beri ben şunu söyledim. Herkesin evden çıkmaması gibi bir durum mümkün değil. Güvenlik güçleri var, askeri var, pilotu var, sağlık çalışanı var. Vatandaşlar olarak hepimizin bir sorumluluğu var. Günü geldiğinde biz de tedbirlerimizi alıp sokağa çıkmak durumundayız. AVM’ye de gidebiliriz, kafeye, restorana da gidebiliriz. Olması gereken bu. Biz bunu yaparsak büyük bir aile olarak, millet olarak hayatımıza devam edeceğiz. Bu sayede alışkanlıklarımızı ve standartlarımızı sürdürebileceğiz. Belki bu sayede bu krizden daha güçlü bir şekilde çıkabileceğiz. Ama bunu yapmazsak ortada ekonomi kalmaz, AVM’ler patır patır kapanır, THY uçuş yapamaz, kafeler, restoranlar kapanır. Milyonlarca insan işsiz kalır. İşte asıl kriz o zaman başlar. İnşallah öyle bir şey yaşamayız. Ben Türk milletine güveniyorum. Dolayısıyla önümüzde bir yeni normal var. Bu süreç 1 yıl, 1 buçuk yıl sürebilir. Eski normale ne zaman, nasıl döneceğimizi de dünyanın tüm liderleri Birleşmiş Milletlerde oturup kararlaştıracaklar. Benim bir CEO olarak gözlemim yeni normale dönüşümüz bu yaz, eski normale dönüşümüzse 2021 ya da 2022’nin başı gibi olacak.
Bir de etrafımda şunu gözlemliyorum. Bu kriz insanlara birçok şeyi anlattı aslında. Herkes olmasa da çok önemli bir kitle "Böyle davranırsak dünyayı yok ederiz" düşüncesinin yanlışlığının farkına vardı. Bu bizim kendimize verdiğimiz olağanüstü önemin bir göstergesi aslında. Biz kimiz ki dünyayı yok ediyoruz? Şu anda tüm nükleer bombalar ateşlense bile biz dünyayı yok edemiyoruz ki. Sadece kendimizi yok edebiliriz. Canlı bomba olmak gibi bir şey. Acı olan çevremizdeki diğer canlılara da zarar veriyor olmamız. İşte bitkisi, sincabı, aslanı, kaplanıyla tüm canlıları yok ediyoruz. Şunu anlayalım, bizim dünyayı yok etmek gibi bir gücümüz yok. Yaptığımız tüm iyilikler de bizim için kötülükler de bizim için. Tabiatla bir arada yaşamak bizim için gerekli. Tabiatın bize ihtiyacı yok, bizim tabiata ihtiyacımız var. Tabiat bizden önce var olduğu gibi bizden sonra da var olacak. Bu yaşadığımız süreç içinde bunu biraz anlayacağımızı umuyorum. Dünya bizden önce ne canlıları yok etmiş, dinozorları bile yok etmiş, insanlar yok olsa da dünya dönmeye devam eder. Dolayısıyla biz bu süreçte şunu anladık. Dünya ile oyun olmaz. Teknolojimizin gücü, doğanın gücünün yanında tam bir sıfır. Biz olsa olsa kendimize zarar veriyoruz. Attığımız pet şişe bize zarar veriyor. Koronavirüs de tabiatın bir parçası sonuçta. Ölüm oranları çok yüksek olmadığı halde medeniyetimiz neredeyse çöküş noktasına geldi. Ölüm oranı daha yüksek de olabilirdi. Yaşlılarla beraber çocukları da etkileyebilirdi. Kim bilir o zaman ne olacaktı. Medeniyetimiz hepten çökecekti. Dolayısıyla ben şunu bekliyorum. İnsanların bu süreçten sonra tabiata biraz daha saygılı olacaklarını, tabiatı anlamaya çalışacaklarını, doğaya daha çok çıkacaklarını düşünüyorum. Bunun ticari anlamda da spor ekipmanları satan firmalara olumlu yansıyacağını düşünüyorum ilerleyen süreçte.
Yoksa fiyat biçilen şirketler değil de özgürlüğümüz ve insanlığımız mı?
Karbon salınımı üretim esnasında yaşanıyor olsa da tüm sorumluluğu üreticilere yıkmak doğru mu?
Başarının sahip olunan maddiyatla ölçüldüğü bir zihniyetten topluma katkıyla ölçüldüğü bir zihniyete geçiş, insanların içinde bulunduğu kötü koşulların ortadan kalkmasına büyük fayda sağlayacağı gibi çevresel sorunların da önünün alınmasında kritik öneme sahip
© Tüm hakları saklıdır.