24 Ocak 2022

Uğur Hoca, kahve içmeyi çok severdi!

Uğur Alacakaptan, çok iyiydi, çok umutluydu, umudunu hiç yitirmedi, çok güzel insandı. Muzipti, şakacıydı. Gözleri, bakışları, sözleri ve görüşleri çok değerliydi sözün özü; insandı. Kahve içmeyi çok severdi…

Kahve içeceğine sevinerek uyanan kaç profesör tanıyorsunuz?

Hapishanede kahve nasıl yapılır?

Ankara’da 2005 yılı Ocak ayı… Prof. Dr. Uğur Alacakaptan anlatıyor:

“Her hafta cumartesi günü, Ankara Cezaevleri Başkomutanı (K. S) Albay, bizim kaldığımız cezaevinin önünde cezaevi personelini toplar ve bizim ne kadar büyük hain olduğumuzu onlara anlatırdı fakat içimizde aslında bir başka hain vardı, o hain değil, sayılmıyordu. Şimdi, ben kahveye çok düşkünümdür fakat cezaevinde kahve yok, size kahve mi pişireceğiz diye ters teperdi, (…) fakat bizim bir casus amcamız vardı, Uğur’un koyduğu isimle, casus amca …dedi ki, ben sana kahve getirim Hocam. Nasıl getirirsin, beni dedi vatan haini saymadıkları için aramıyorlar. Ben karıma tembih ederim, hâkim beni çağırdığında ben pardösümü ona veriyorum, o pardösünün cebine kahveyi koyar, getirir. Ondan sonrası sana kalmış… Hakikaten kahveyi getirdi. Getirdi, peki, kahveyi nasıl yaptık? İnsan çare buluyor… Dediler ki Hoca biz sana yardım ederiz. Gelen süt şişelerinden birini kırıldı diye iade etmedik. Ondan sonra bir karyolanın leyim yerlerini söktüler. Onlar anot ve katot oldu, birisi elektrikli tıraş makinesini feda etti. Onun kordonunu anot, katotta bağladık. Bir de plastik sürahimiz vardı, plastik sürahiye ısınacak suyu anotları, katotları onun içine koyuyorduk. Biraz kahve ile o zaman az şekerli içerdim, az şekerli süt şişesinin içine koyuyorduk ve herkes uyurken sabah 05’te… ben hep erken kalkarım, kokusunu duymasınlar diye çünkü…. Kokusunu duyarlarsa yakalanırız, ben bu kahveyi içerdim ve uzun bir zaman içtim kahveyi… Fakat casus amcaya bir şey yapmadılar. Ama içimizde başka casuslar varmış, idari casus, idamlık Süleyman, ayda 50 liraya haber götürürmüş… O benim, kahve içtiğimi bir şekilde tespit etmiş ki geldiler, aletleri buldular ama kahveyi halen bulamadılar, arıyorlar…Sanırım o zamanda bulamamışlardı.”[i](25 Ocak 2005)

“Bir de son günü, hapishanedeki son günü anlatayım” sözleriyle başladığı sohbetine kulak kabartalım…

“Bir cuma günü idi, Başsavcılık bizim hakkımızdaki mahkeme hükmünü bozmasını ve serbest bırakılmamızı istiyor… Başsavcılık tebliği namesinden bir cümlede şu idi, “Güneş balçıkla sıvanmaz” … Saat 14:30’da karar açıklanacak. Diyoruz ki 14:30’da toplanır heyet, 14:35’te kısa kararın açıklanması biter, Kel Orhan arkadaşımız, aşağıya iner, 14:40’ta Yargıtay’dan hareket eder, o zaman Opera’nın karşısındaydı Askeri Yargıtay, 15:00’te nizamiyeye gelir, 15:20 geçe buraya gelmezse bu iş bitmiştir, ayvayı yedik” dedim. 15’i 20 geçe de biz, o istikamette havalandırmaya çıkıyoruz. 15:20’de havalandırmaya çıkarken Kel Orhan geldi, Mercedesi ile… “Dedik tamam, çıkıyoruz.”

Kapı garç diye açılınca Orhan haliyle karşıdan geldiği tarafa baktı ve beklemekteyim, burada arkamda, “ne haber” dedim, ”tamam” dedi. (….) Dedim “Uğur’dan (Uğur Mumcu) ne haber,”  o da “oldu” deyince ortalık birbirine girdi.

Tabi, gürültünün nereden geldiğini anlayan askerler copları kaptığı gibi bizim Kenan’ın üstüne gittiler, Kenan’ın başına geldi gelenler. Biz 15:20 geçe haberi aldık, Uğur’u bırakmadılar çünkü sakıncalı olduğunu fark etmişler, O’nu …. ertesi gün sürdüler.

Biz ancak 19:00’a doğru İdareye çağrıldık, beni daha doğrusu. Bir de belim sakatlanmıştı, hiç ağır taşıyamıyorum. (…)

Şimdi, tam geldik İdareye, haberler başladı, ben, Dekanken (Ankara Hukuk Fakültesi) ve Dekanlıktan bir müddet sonra TRT Yönetim Kurulu Üyeliği yapmıştım, oradaki çalışanlar, haberciler beni çok severler, ilk haber yapmışlar, ballandıra ballandıra anlatıyorlar, (Cezaevi idare amiri) kapatın şu televizyonu dedi, sonra kapattılar.

Ondan sonra işte bir, iki tane kitabım var, gelen klasör ettiğim üç dosya mektup var, başka bir şeyim yok, adam şu hızla bakıyor yani bir şey bulacak ki bana taksın, 19:25’te ancak izin verdi ama çıkacağımı bildikten sonra dakikalar saniye gibi geçiyor.

Yalnız o gece hiç unutamadığım bir şey var; kahve işi önlenmişti ya müdahale yüzünden, eve gittim, 45 dakikada dört tane kahve içtim ve kahveleri Rüçhan Işık’ın karısı yaptı, Demet yaptı, onları da hiç unutmuyorum…”

45 dakika içinde dört kahve içebilir misiniz? Denemeyin!

Anlatırken dört mevsimin insan yüzüne nasıl yansıdığını gören ve bilen var mı?

Kendi kendine “güzel olmayan anılardan güzel bahsettim” diyen… 

Hikâyelerinde anlattığı, savunmalarına yazdığı “insan” olan kaç hukukçu kaldı bu ülkede? 

Hem sanık hem mahpus hem profesör hem dostlarıyla birlikte dolu dolu yaşamış, cezaevinde buz kırmış, profesör arkadaşlarıyla her daim içeri alınıp bırakılmış, yargılanmış, mahkûm edilmiş, kararlar bozulmuş, beraat etmiş, cezaevinde sohbetin bini bir para, muziplikte üstüne yok, beli sakatlanmış… Kaç hayatı sığdırmış ve böyle yaşamış tanıdığınız oldu mu hiç?

İstanbul beyefendisi tavrıyla nezaketini bir an bile elinden bırakmadan gösterdiği tevazuda ve   gözlerinde muzip çocuk pırıltıları hiç büyümeyen çocuk gibi ve şakacı ve gülümsemesini bilen… Hepimizi güldüren!

Oniki yıl önceydi…. 24 Ocak 2010'da "Uğur Mumcu'yu An (la)mak" etkinliği için Gaziemir'deydik. Uğur Mumcu’yu anması için toplanmıştık.

O gün İzmir Gaziemir Belediyesi’nin düzenlediği Uğur Mumcu'yu An(la)mak konulu toplantıda "Hukuk, Demokrasi ve Medya" panelinde Prof. Dr. Uğur AlacakaptanCelal BaşlangıçYalçın BayerAtilla SertelGönül Soyoğul ve Erbil Tuşalp konuşmacıydı ve görüşlerini Seydiköylülerle paylaşmışlardı... 

Tüm konuşmalar bitti, sıra bana gelmişti. "Kapanış" konuşması yapmalıydım…

Konuşmacıların sözlerini kendimce derleyip toparladım.

"Göçmen gözyaşlarını su yerine içer" sözünü "Seydiköy'den Gaziemir'e" adlı kitapta okumuştum. "Biz Gaziemirliler, Seydiköy'ün çocukları, kökleriyle bu toprağa bağlı, umutlarıyla geleceğe yönelmiş, tarihine saygısıyla onur duyan insanlarız" cümlesini de…[ii]

Ocak ayının aslında Türkiye'nin gayri resmi tarihi olduğundan söz ettim…

Sonra ocak ayında olup bitenleri sıralamıştım… 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu öldürülmüş, 19 Ocak 2007 Hrant Dink alçakça katledilmiş ve 1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi öldürülmüştü… Tesadüfe bakın 18 Ocak 2010’da Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılması da ocak ayına denk gelmişti. Bu panelin yapıldığı 2010 yılının ocak ayında kamuoyunda geçmişin unutulması, insanların birbirini affetmesi üzerine tartışmalar yapılıyor ve siyasal cinayetlerin faillerinin affedilmesi hakkında haberler yayımlanıyordu.

O gün Gaziemir’de, o salonda, 24 Ocak 2010’da Uğur Mumcu için iki kelimeden ibaret bir cümleyle konuşmasını bitiren Prof. Dr. Uğur Alacakaptan "Ben affetmiyorum" demişti.

Salonda bulunan bizler bu cümlenin tanıklarıyız...

Yine oniki yıl önce…

Gönül Soyoğul, Uğur Hoca’yla röportaj yapmıştı…[iii]

Yine ocak ayı, röportajın yayın tarihi 29 Ocak 2010…

Gönül Soyoğul röportajına şöyle başlıyor:

“Sabah uyanınca yaşasın, şimdi kahve içeceğim” diye sevinen bir ben varım zannederken…

Yıllarca hem basından hem de ortak dostlarımızdan adını duyduğum, ceza hukukunun duayen ismi Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ın da tıpkı benim gibi bir dünyalı, tıpkı benim gibi sabah gözünü açar açmaz içi kahve sevinci ile dolan biri olduğunu öğrenmek, nasıl bir kahve keyfi yarattı bende bilseniz…

Benim gibi İzmir doğumlu olup, benim gibi nüfus kütüğünün Nazilli’de olması da cabasıydı bu keyfin.

Ama elbette ki asıl keyif, uzun süredir röportaj vermemiş/vermeyen Uğur Alacakaptan ile konuştuğum iki saatti.

Yaptığı işe olan inancıyla, insana duyduğu saygı ile anlatırken dört mevsimi yaşayan aydınlık yüzüyle, zeki/derin bakan gözlerinde beliriveren muzip çocuk pırıltıları ile o İstanbul beyefendisi tavrını, nezaketini bir an bile elinden bırakmadan gösterdiği tevazu ile…

Acı/tatlı anılardan, tatlı tatlı konuştuk.”

Gönül Soyoğul röportajı şöyle bitiriyor: 

“BİTİRİRKEN… 

Röportajın başında, “dört mevsimi yaşayan aydınlık yüzünde” dediğim Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ı, Uğur Mumcu’yu anlatırken özellikle görmenizi isterdim.

Onun fırlamalıklarını, zeki hazırcevaplarını dillendirirken nasıl kıkır kıkır güldüğünü…

Bir de Gaziemir Belediyesi’nin düzenlediği ‘Uğur Mumcu’yu An(la)mak’ panelindeki gözyaşlarını…

Öldürüldüğünü nasıl öğrendiğini anlatışını:

“Uğur öldüğünde küçük bir operasyon geçirmiştim. Eve geldim, televizyonu açtığımda Uğur’un fotoğrafını gördüm ama haber bitmişti. Bir şeyler olduğunu anladım. Evini aradım meşguldü, ortak tanıdığımız gazetecileri aradım, onlar da meşguldü. Son olarak Uğur’un İzmir’deki baldızını aradım, acı haberi ondan alıp yıkıldım. En son 1. ölüm yıldönümünde anma toplantısına katıldım. Orada tansiyonum çok yükseldi. Ondan beri hiçbir anma toplantısına katılmıyorum. Çünkü bunu yapanları affedemiyorum…”

Yıllar önce yapılmış söyleşi bu dünyada kaldı, Uğur Hoca 22 Ocak 2022’de gitti.

Ceza hukukunda asıl sorun nedir?

Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ın yanıtı:

“Ceza Hukuku; liberalleşerek, temel hak ve özgürlükleri baskı altında tutmanın değil, bunlara; kamusal ya da özel odaklardan ve güçlerden gelebilecek saldırı ve müdahalelere karşı eşit biçimde ve ayrım gözetmeyen etkin bir koruma sağlayacak bir araç haline dönüşmelidir.

Ceza Hukuku’nun; böyle bir araç kimliğine kavuşabilmesi ya da dönüşebilmesi için, öncelikle; düşünce farklılıklarını bastıran ve demokratik çoğulculuk ile bağdaşmayan her çeşit siyasal nitelikteki suçlardan arındırılması, gerçek anlamda antisosyal karakter taşımayan eylemlerin suç olmaktan çıkarılması ve demokratik-toplumsal-hukuk devleti hedefini gerçekleştirmenin, toplumsal tecanüs, yani bağdaşıklık sürecinin harekete geçirilmesinin, çeşitli toplumsal çıkarların aracı olması gerekecektir.”

Anlaşılamama olasılığına karşı çok sevdiği ve şimdi yanına gittiği Sayın Prof.Dr. Çetin Özek’e atıf yaparak ceza hukukunun özgürlükçü karakterini ve asıl sorunun ne olduğunu yeniden açıklamıştı:  

Başka bir deyişle: günümüzün Ceza Hukuku; yasalara ya da en geniş anlamda yukarıdan indirilen kurallara uymayı ya da uymamayı suç sayıp, cezalandırmanın hukuku olmamalıdır. Sayın Prof.Dr. Çetin Özek’in büyük bir isabetle belirttiği gibi; “geleneksel ceza hukuku anlayışına göre; failin ceza görmesinin nedeni, norma aykırı davranmış olmasıdır. Böyle olunca da normu koyan siyasal erkin menfaati; korunan hukuksal menfaat olmaktadır.” “Menfaat siyasal erkin olunca, bu erk; suç tanımı yapmak, yaptırımı göstermek, seçeceği cezayı çektirmek ve ondan önce de yargılamakta, sübjektif hak sahibi olmaktadır.” Bu yaklaşım, insan hakları temeline dayanan çağdaş ceza hukuku ile bağdaşmaz, uzlaşamaz.”[iv]

Uğurlar olsun, aydınlıklar içinde kalsın. Uğur Alacakaptan’ı sonsuzluğa uğurladık.

Görev ve sorumluluklarımıza onun "ben affetmiyorum" cümlesini teslim ediyorum.

Bu cümle aklınızda kalsın, hepinizin çok yaşamasını, iyi yaşamasını istiyorum.

Seydiköy'ün sakinleri Gaziemirlilerin dediği gibi; geçmiş tarihine saygı duyacak onurlu insanların çoğalacağı ve sadece onların yazacağı tarihler üzerine kurulu bir ülkeyi umut ederek yaşamak iyidir, çok güzeldir.

Tuhaf tesadüf, birçok şey yıllar içinde ocak ayında olmuş, bitmiş

Uğur Alacakaptan, çok iyiydi, çok umutluydu, umudunu hiç yitirmedi, çok güzel insandı.

Muzipti, şakacıydı. Gözleri, bakışları, sözleri ve görüşleri çok değerliydi sözün özü; insandı.

Kahve içmeyi çok severdi…

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır…


[i] Muammer Aksoy- Uğur Mumcu Etkinlikleri. Uğur Mumcu-Muammer Aksoy anma söyleşisi

Konuşmacı Prof. Dr. Uğur Alacakaptan. 25 Ocak 2005 Salı. Ankara

[ii] Engin ve Ercan Çokbankir'in emekleriyle "Seydiköy'den Gaziemir'e" adlı Gaziemir Belediye Başkanlığı tarafından hazırlanmış kitapta yazdığına göre Gaziemir'in ilk adı Seydiköy, Rumlara göre Sevdiköy. Kitapta şöyle yazılı: "Mübadele, 1922 sonrası Anadolu'daki Hıristiyan nüfus ile Batı Trakya'daki Müslüman nüfusun yer değiştirmesidir. Karşılıklı olarak yüzyıllardır yaşadıkları toprakların terk edilerek bilmediği topraklara göçerek verilen yaşam mücadelesidir. Kolay olmasa gerek. Zorluklar aşılacak "Göçmen gözyaşlarını su yerine içer" dedikleri gibi zaman akıp gidecektir. Evlatlar büyüyecek, torunlar sevilecek yaşam aynen devam ettirilmeye çalışılacak..." Bir fotoğrafın altında da şu cümle yazılı: "Biz Gaziemirliler, Seydiköy'ün çocukları, kökleriyle bu toprağa bağlı, umutlarıyla geleceği yönelmiş, tarihine saygısıyla onur duyan insanlarız".

[iii] 29 Ocak 2010. Gönül Soyoğul. Prof.Dr. Uğur Alacakaptan ile röportaj. Adalet Bakanı olmakla hukukçu olunmaz! https://www.egedesonsoz.com/roportaj/Adalet-Bakani-olmakla-hukukcu-olunmaz/175

[iv] Prof. Dr. Uğur Alacakaptan “Fikir ve Düşünce Özgürlüğü ve Tehlike Suçları, Çağdaş Batı Hukukunda Bu Konudaki Düşünce ve Uygulamalar, Türk Uygulaması ve Değerlendirmesi” Ankara Barosu. Hukuk Kurultayı 2000.  12/16 Ocak. Ankara. Kitap 2. Sayfa 6-7 


Fikret İlkiz'in bu yazısı, ilk olarak Bianet'te yayımlanmıştır

Yazarın Diğer Yazıları

Talimat gazeteciliği kuyruklu yalandır

"Araştıran bir birey, inşa eden bir vatandaştır. Araştıran insanlardan hoşlanmayan bir lider potansiyel bir tirandır”

İnsan haklarının vicdanı

Çocuklar yıkılmış, yakılmış evlerin, okulların, hastanelerin yıkıntıları arasında aç, yoksul, susuz ve ayakları çıplak oynuyorlar….

Matbuatın kahırlı evlatları

“Her şey” mümkün olduğunda her şeyi yapanların kötülüklerine karşı ne demeliyiz?

"
"