AK Parti Tanıtım Başkan Yardımcısı Emre Cemil Ayvalı televizyonda, "Bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta FETÖ vardı. Bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldık. Mesele budur" ifadesini kullandı ve ertesi gün görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Bu ifade, iktidar ile FETÖ’nün, TSK’daki tasfiyeyi geçekleştirmek için birlikte hareket ettikleri anlamı taşıdığı için görevde kalması mümkün değildi. Ayvalı’nın açıklaması, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, 15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasından sonra kullandığı "kandırıldık" ifadesini esas alırsak AK Parti'yi zan altında bırakıyor. Bu durumda da Ayvalı’nın o görevde kalması beklenemezdi.
Vesayeti kırarken
AK Parti iktidarının göreve geldiği 2002 yılından sonraki en önemli uğraşlarından biri kendisine karşı bir tehdit olarak gördüğü askeri ve sivil bürokrasiyi değiştirmek ve tehdidi ortadan kaldırmaktı.
Vesayet rejimi olarak tanımlanan askeri ve sivil bürokrasinin Cumhurbaşkanı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve yüksek yargıdan oluştuğu düşünülüyordu.
İktidarda, daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi TSK’nın doğrudan ve Cumhurbaşkanı üzerinden verdiği mesajlarla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın harekete geçtiği, MSP ve devamındaki partiler hakkında kapatma davası açtığı ve Anayasa Mahkemesi’nin de partileri kapattığı yargısı vardı.
AK Parti'nin bu çarkı kırmak, devletin üst düzey yapısını değiştirmek ve vesayeti kaldırmak için yeteri kadar bürokratı yoktu.
Cumhurbaşkanlığı’na Ahmet Necdet Sezer’in yerine Abdullah Gül’ün seçilmesinden sonra bu makam, AK Parti açısından vesayet sisteminin tepe noktası olmaktan çıktı. Geriye TSK ve yüksek yargı kalıyordu.
TSK’daki tasfiye süreci 2007 yılında Ergenekon davasıyla başladı. Onu 2009 yılındaki Balyoz Davası ve Askeri Casusluk davası izledi.
Bu davalar, o zaman henüz "terör örgütü" diye anılmayan Gülen cemaatine mensup savcı ve yargıçlar tarafından yürütüldü. TSK’da; Atatürk’e, demokratik laik Türkiye Cumhuriyeti değerlerine ve anayasasına bağlı general ve amirallerle, general ve amiral olması büyük ihtimal olan albaylar tasfiye edildiler.
Bu davalar nedeniyle boşalan generallik, amirallik, albaylık gibi rütbelere de aynı yıllarda yapılan Yüksek Askeri Şura toplantılarında yine cemaate mensup subaylar atandı. Bazıları kritik komutanlıklara getirildiler. Bu atamalarla terfi edenlerin büyük bölümü 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimine katıldılar. Bu sistemi yürüten bazı askerler, savcılar ve yargıçlar yurtdışına kaçtı, bazıları ise hâlâ cezaevinde.
Cemaati kendisi açısından tehdit gibi görmeyen, hatta başları secdeye değiyor gibi güvenen iktidar, kırdığı vesayetin yerine, emniyette, TSK’da, yüksek yargıda en üst görevlere getirdiği asker ve sivillerin yeni bir vesayet oluşturduklarını göremedi veya kendisini darbeyle devirmeye kalkacak bir cüret göstereceklerini düşünmedi.
Bugün hâlâ görevde veya emekli askerler FETÖ üyeliği iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanıyor. TSK içinde kendini gizlemeyi başarmış subaylarda söz ediliyor. Yine komutanlıkların yaverleri arasında yakın zamanda bile FETÖ mensubu subaylar ortaya çıkarılabiliyor.
Darbe girişiminin üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen, asker ve sivil bürokraside bugün de FETÖ mensubunun bulunması, Türkiye’nin karşılaştığı sorunun büyüklüğünü ve derinliğini gösteriyor.
AK Parti ile cemaatin birlikte çalışmak zorunda kaldıklarını açıklayan yetkilinin ertesi gün görevden ayrılması, iktidarın bu konudaki eleştirilere karşı ne kadar hassas, ne kadar alıngan olduğunun bir ölçüsü.
Liyakat
Türkiye’nin karşılaştığı bu tablonun nedeni devlet kurumlarına liyakate göre değil, siyasi yakınlığa göre personel alınmasıdır. Bu personelin kaynağı da, rahmetli Bülent Ecevit’in torpil olmasın diye getirdiği KPSS sorularının, üniversiteye giriş sınavı sorularının, askeri okullara ve polis okullarına giriş sorularının çalınıp FETÖ mensuplarına verilmesidir.
Türkiye’nin anayasa ve yasalar dışında hiçbir güçten emir almayan devlet yapısına ulaşması için önce kamu kurumlarına liyakate göre personel alması ve yine liyakate göre terfi ettirmesi gerekir.
Personel adaylarının kaynağının da cemaatlerin, tarikatların değil, bilimsel-laik temele dayalı eğitim kurumları olması gereklidir.