Dünyada şu ana kadar 1 milyon insanın ölümüne yol açan bir salgınla mücadele ediyoruz.
Resmi rakamlara göre Türkiye’de bu salgın nedeniyle vefat eden vatandaşlarımızın sayısı 7 bin 500 civarında.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de salgının ne zaman biteceği bilinmiyor. Aşı çalışmaları devam ediyor. Hastalığı kesin olarak tedavi ettiği, bilim insanları tarafından kabul edilmiş bir ilaç yok.
Avrupa ülkelerinde salgının ikinci dalgasının yaşandığı belirtiliyor, Türkiye’de ise birinci dalganın ikinci zirvesinden söz ediliyor.
Sağlık otoriteleri Türkiye’yi ekim, kasım, aralık aylarında daha kötü koşulların beklediğini söylüyorlar.
Bu mücadelede, Türkiye’de doktorların, hemşirelerin ve diğer sağlık personelinin ne kadar özveriyle çalıştığı, hastaları için kendi hayatlarını ortaya koyarak, Hipokrat yeminine sadık kalarak mücadele ettiklerini görüyoruz.
Bu mücadelede 32’si doktor olmak üzere salgın nedeniyle hayatını kaybeden sağlık personeli sayısının 70’i bulduğu bilgisi kamuoyuna yansıdı.
Doktor ve diğer sağlık personelinin canları pahasına verdiği bu mücadele nedeniyle, onların büyük bir sevgi, saygı ve takdirle desteklenmesi gerekirken, her gün bir doktora, hemşireye saldırı haberleriyle irkiliyoruz.
Son örneğini Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden yansıyan, Türkiye adına utanç verici görüntüler oluşturdu. Silahlı çatışmada yaralanan birinin doktorların bütün çabasına karşın vefat emesi nedeniyle, vefat eden kişinin yakınları ellerinde silahlarıyla acil servisi bastılar. Doktorlar ve diğer görevliler bir odaya sığınmış, kapının arkasında barikat oluşturup canlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu ilk örnek değil. Türkiye’nin birçok yerinde, çoğunlukla acil servislerde doktorlara benzeri saldırılar yapıldı.
Kamu düzeni
Doktora saldırmanın kolay ve hafife alınan bir olay olmasının temel iki nedeni var.
Son dönemlerde, kamu hizmeti görenlerin, siyasi iktidarın hizmetkârları gibi görülüp, gösterilmesi. Doktora, devlet memuruna, banka görevlisine, kadına saldıranların cezasız kalmaları. Karakoldan veya savcılıktan ellerini kollarını sallayarak çıkmaları.
Bu tür saldırıların hafife alınması, soruşturmalarda siyasi görüşe göre farklı davranılması, hatta muhalif insanların bizzat kamu düzenini sağlamakla görevli sorumlular tarafından hedef gösterilmesi, vandallığın özendirilmesi ve ödüllendirilmesi; her sorunun kaba kuvvetle, silahla çözebileceğine ve kendi adaletini kendisinin sağlayabileceğine inanan ilkel, lümpen insan tipinin çoğalmasına neden oldu.
Doğru dürüst eğitimi ve mesleği olmayan bu saldırganların çoğalmasında iktidara yaslananlar için "cezasızlık" halinin görünür olması önemli bir etken.
Bu cezasızlığı yaratan ise devletin giderek bir parti-devlete dönüştürülmesidir.
Valinin, kaymakamın, emniyet müdürünün, savcının, yargıcın yetkisini anayasadan ve yasalardan alan kamu görevlileri olmaktan çıkarılıp parti görevlisi gibi çalıştırılmasıdır.
Bu sistem adalet mekanizmasının hemen harekete geçmesini önleyen bir sistemdir.
Bir doktora saldırıda bulunulduğunda, olaya hemen müdahale edip saldırgana gereken cezayı vermek yerine, önce saldırıya uğrayan doktorun kim olduğuna, doktora saldıranların kimler olduğuna bakıldığı için kamu düzeni ve kamu güvenliği çok ciddi olarak sarsılmış durumdadır.
Böyle bir ortamda doktora, hemşireye, diğer sağlık personeline saldırmak, dövmek, yaralamak, hatta öldürmek hafife alınan bir davranış biçimi olmaktadır.
Can güvenliği olmayan doktor ne yapacak? Hastasına nasıl yaklaşacak, tıbbın yaşatamadığı vakalarda onu kim koruyacak? Masasının altına sopa mı saklayacak, levye mi bulunduracak, silah mı taşıyacak? Dövüş eğitimi mi alacak? Ne yapacak?
Türkiye’de devleti yönetenler bir an önce saldırılanlar ve saldıranlar arasında fark gözetmeden, herkesin can güvenliğini ve kamu düzenini sağlamaktan sorumlu olduklarının bilincine varmalı ve ona göre devleti çalıştırmaları gerektiğini anlamalıdır.