14 Ağustos 2022

Yazın en sıcak günlerinde Side

Deyim yerindeyse, yıkılan bir güzellik var karşımda. Ve ben artık Side'ye bayılıyorum

Son birkaç yıldır Side'yi çok sever oldum. Gideyim diye dört gözle bekliyorum. Barut Oteller'in davetini alınca, hemen ajandamı ayarladım. Yazın en sıcak günlerinde olmamız bile kaygı oluşturmadı. Side'de olmak için hemen yola koyuldum.

Halbuki yıllar yılı Side'de beni iten bir şeyler vardı, ben de hep es geçerdim. Günlük gezi program yaparken bile kalmamaya, çekmemeye çalışırdım. Neydi beni rahatsız eden şey, sonunda buldum.

İki yıl evvel belediye başkanının davetiyle geldiğimizde, bambaşka bir Side buldum karşımda. Kargacık burgacık kaçak yapıların çoğu yıkılmıştı. Antik kent iyice açılmıştı. Resmen manzara ortaya çıkmıştı. Güneş bile daha güzel batıyordu.

O zaman burayı sevmeye başladım.

Şimdiyse, deyim yerindeyse, yıkılan bir güzellik var karşımda. Ve ben artık Side'ye bayılıyorum.

Bir çıt Toskana havası esiyor sanki

Acımasızca işgal edilen meydanlar açılmış. Tek tip tabelalar çok şık olmuş. Yumuşak ışıklandırma, taş döşenmiş yollarla bir Toskana havası esiyor sanki.

Side'nin her köşesi tarih. Restorasyon çalışmaları sırasında gün yüzüne çıkan eserler, yollara yer yer döşenen cam yüzeylerin altında sergileniyor.

Vahşice hırpalanan güzellik, zarafetle açmış kollarını şimdi. Olması gereken hale ne çok yakınlaşmış. Türk insanı da yaşadığı vatanın ne kadar güzel, ne kadar değerli, ne kadar özel olduğunu bir anlasa…

Bir yeri güzelleştirmek, bakımlı tutmak için herkesin çabası gerekiyor çünkü. Halka karşı çalışan belediye temizlik işçileri, yeldeğirmenleriyle savaşan Sancho Pancho kadar güçsüz kalıyorlar. Yediğinin, içtiğinin kutusunu, paketini yüreği sızlamadan arabadan dışarı fırlatan aziz Türk halkı, maalesef hiçbir yerin bakımlı kalmasına izin vermiyor. Piknik dönüşlerinde ormanlık alanlar iğfal edilmişçesine hırpalanıyor. Restore edilen evlerden çıkan molozlar, yolların kenarlarına bırakılıveriyor...

Luvice "Nar" anlamına geliyor

Side, Antalya ilimizin Manavgat ilçesine bağlı bir mahalle. Antik Pamfilya kentinin en önemli, en zengin, en kalabalık liman kentlerinden biri. Kuruluşu M.Ö. 8. yüzyıla dayanıyor. "Side" ismi, ticaret bereketli olsun diye verilmiş. Buralarda eskiden konuşulan Luvi dilinde de anlamı, nar.

İsmin kaderindir, çok doğru. Side ismi, kente bolluk ve bereket getirmiş gerçekten de. Yüzyıllar boyunca ticaretin döndüğü kentte, yoğun bir sosyal hayat yaşanmış bir yandan da.

Ne var ki M.S 800'lü yıllarda rüzgarlar tersten esmeye başlamış. Önce Arap saldırıları, ardından yağmalamalar… Yıllarca büyüyen, ilerleyen, zenginleşen kent, ne yazık ki ciddi anlamda kan kaybediyor.

Halk, çok sevdiği şehirlerden vazgeçmek istemiyor. Direniyorlar. Hem de 500 yıl kadar direniyorlar…

Çöküş yıllarından mutlak sona

1300'lerin başında, artık Side'de yaşayan kimse kalmıyor. Bütün halk, Pamfilya'nın merkezine, yani bugünkü Antalya'ya göç ediyor. Kente sanki periler uyku tozu serpiyor, görünmezlik perdesiyle kapatıyor. 1900'lerin başına kadar, Side'ye kimsecikler uğramıyor.

Mübadeleyle Girit'ten gelen Türkler, Kuzey Ege'ye yerleştiriliyor. Büyük çoğunluğu da Ayvalık civarına. Küçücük bir grup, Side'ye geliyor. Epi topu 60 aile. Böylelikle, yolu, izi, tarımı, okulu, camisi olmayan Side'de, yavaş yavaş hayat tekrar başlıyor. Küçük filizler yeşermeye başlıyor.

Evler yapılıyor, yollar açılıyor. Otu, bitkiyi, ağacı çok seven ve çalışkanlıklarıyla tanınan Giritli Türkler, Side'yi yemyeşil bir cennete çeviriyor.  

Turizm başlıyor yavaştan

1970'lerin başına kadar, burası yine kendi halinde bir mahalle. Arada yolunu şaşırmış hipiler karavanlarla gelip kalıyorlar falan ama gerçek anlamda turizm için hâlâ çok erken.

Kazılar başlamış bu arada. Topraktan bir şehir fışkırıyor. Kazı ekibi de, dünyanın entelektüel toplulukları da burayı radarlarına alıyorlar. Side'de bir durum olduğu anlaşılıyor.

Derken 80'ler ve hayat birden bire yine değişiyor. Kazanmak, büyümek, tanınmak, güçlenmek…

Side de büyük bir hızla genişliyor, kalabalıklaşıyor. Çoğunlukla alınan desteklerle turizm tesisleri kuruluyor. Yollar yetmiyor, hayat genleşiyor. Her şey dahil sistemi, buralarda doğarak Türk turizmine damgasını vuruyor.

Yumurtadan çıkan deniz kaplumbağaları suya ulaşsın

İşte ben Side'yi bu yırtıcı zamanlarda tanımıştım. Kalitesiz her şey dahil tesislerin ucuzcu Avrupalı turistlerinin uğrak yeriydi o zaman.

Oysa şimdi bir tesiste kalıyorum, rüya desem, o derece güzel. Tesisin ismi Accanthus Cennet Barut Collection. Alman, Fransız, İngiliz ve Rus turistlerin hepsi birbirinden zarif. A la carte lokantalarda soylulara yakışır şekilde yeniyor yemekler. Adam gibi müzik dinleniyor. Kimse sarhoş olmuyor, herkes birbirine gülümsüyor…

Otelde bir kedi sarayı var, onlarca kedi mutlulukla yaşıyor. Sahilde deniz kaplumbağları yumurtalamış. Tahmini yumurtadan çıkış tarihleri yazılmış, alan koruma altında. Onların yürüyerek denize ulaşma anlarına şahit olmayı çok arzu ederdim. Herhalde yetişemeyeceğim…

Deneyim ekonomisinde orijinallik nasıl olur?

Bence böyle olur.

Özün ne olduğunu anlamak: Konukları rahatsız etmeden sarıp sarmalamak. Plastik sohbet yerine gerçek dokunuşlar. Müşteri memnuniyeti için suni gülen yüzler yerine, içten gülümseyen bir ekip…

Yine her şey dahil, ama asıl dahil olması gereken şey unutulmamış. Özen, şefkat, bizim ruhumuzda olan sıcaklık, abartmadan yerli yerinde.

Deneyim, deneyim, deneyim.

İçimiz dışımız deneyimlemek, moda tabirle "anı biriktirmek"le geçiyor. Tüm servis sektörü bu terimin etrafında dönüyor artık. Menülerden cinler çıkıyor, hologramdan konserler izleniyor, tatil beldelerinde hashtag'li köşeler konduruluyor.

Ama insan yüreği, gerçeği arıyor. Deneyimin ısmarlama olmayanını, ilginin doğalını, kahkahanın diyaframdan çıkanını…

Yemekler, yemekler, yemekler

Side'de çarşıda mutlaka dolaşırsınız zaten. Antik kentte mutlaka birkaç saat geçirir, güneş batışını meşhur Apollo Tapınağı'ndan izlersiniz. İnsan nasıl da aslında yok, hayatlar nasıl sudaki iz, yüzyıllar nasıl göz açıp kapayıncaya kadar geçer, bir gün ne kadar da değerli aslında… Bu ve benzeri konularda da düşünürsünüz, kesin.

Manavgat'ı, şelaleyi, Side'nin içini de görmekte fayda var derim ben.

Gelelim yemek konusuna. Mühim mesele!

Side Barut'un her lokantası birbiriyle yarışırcasına lezzetli. İtalyan, Japon, deniz ürünleri ve açık büfenin her birini denedim. Karım ve kızım sürekli göbeğimi tutuyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu güzel yemekler arasında, ne yapsam da ince kalsam, çözümü bulamıyorum…

Alma Restaurant'tan bahsetmezsem olmaz

İşte, gel de yeme!

Toroslar'ın mutfağıyla Girit mutfağını harmanlayan bir menüyle açılmış. Daha çok yeni bir mekan. İçinde 450 yaşında zeytin ağaçları var, Yunanistan'dan gelmiş. Portakal ve limon ağaçları da Bodrum'dan. Atmosfer acayip sıcak.

"Alma", İspanyolca ruh demekmiş. Mahmut Gökkaya ve Enver Ahmet Emiroğlu birlikte yaratmışlar. Girişte kocaman bir açık ateş, hepimizin içini ısıtıyor.

Ben pek yemek ve lokanta yazmayı tercih etmem, ama Alma'yı yazmadan Side gezimi anlatamazdım. Türkiye'den Michelin yıldızını alacak bir restoran olsa, burası olurdu. Yazılmayı ve alkışlanmayı o derece hak eden bir mekan olmuş.

Alma Side'de yemeden dönülmez

Masaya trüflü erişte, çilek gazpacho ve karides ceviche, bottargalı ton tartar, domates salatası, karidesli kuskus ve içi humuslu kabak çiçeği dolması geldi. Çok uzun zamandır böylesine güzel bir yemek yememiştim. Her şeyin tadı damağımda hâlâ…

Tatlı olarak da fındık krokan, bu yörenin meşhur yanık dondurması ve karadut sorbeyle servis edilen milföy baklava yedik. Bir şişe yerli Sauvignon Blanc içtik.

Barmen Uğur, çok sevimli ve becerikli. İşine tutkuyla bağlı. Çarkıfelek meyvesiyle hazırlayıp ikram ettiği kokteyller de yıkılıyordu. Biz de bu kadar yiyip içmekten yıkıldık, kelimenin tam anlamıyla, o da ayrı mesele!

Günümüzün inanılmaz hesaplar ödenen, Twitter'da trending topic olan hesaplarının yanında, fiyatlar gayet makul. Ki böyle bir altı çizilmemiş, bağırmayan ama usturuplu bir lüks, böylesi gurme bir restoran, böylesi her lokması volkanik patlamalar yaşatan lezzetler geçidi için şaşırtıcı.

Neyse, daha uzatmadan bir toparlayayım mı?

Side, Barut Acanthus Cennet Oteli ve Alma Side Restaurant, harika bir üçlü olmuşlar. Şöyle gerçek anlamda rahatlığı ve kaliteyi yaşamak için, mutlulukla konaklamak, doya doya özel lezzetler yemek için, Side'nin muhteşem atmosferinde birkaç gün kaybolmak için…

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde ‘işletme diploması' programını bitirdi.

University of Michigan'da bir yıl ‘konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde ‘klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Latin Amerika'nın Paris'i: Buenos Aires

Gezginlere hep "En beğendiğiniz şehirler hangileridir" diye sorarlar. Veya "Nerede yaşamak istersiniz?" Cevaplarım yıllardır hiç değişmez: İstanbul'dan asla vazgeçmem, ama zamanda geri gitmek mümkün olsa 50'lerin 60'ların İstanbul'unda yaşamak isterdim; bu bir. Floransa, Avrupa'da en sevdiğim şehirdir. Yeterli maddi imkanım olursa, oradan bir ev alıp yılın yarısını Floransa'da geçirmek isterim; bu iki. Buenos Aires, uzaklarda beni en çok cezbeden şehirdir. Büyüleyici bir karışımdır, şahane bir mimarisi vardır. Ayrıca insanlarını çok severim. Ömrümün bir kısmını da orada geçirmek isterdim; bu da üç

Hayat dediğin upuzun bir uçuştur

Gittikçe bitmeyen bir yoldayım yine. Benim fıtratımda "gitmek" var. Artık bu yaşımda, bundan yüzde yüz eminim. Çok para, başarı, büyük kazanımlar değil; alnımda yazan sadece gitmek…

En güzel sanat eseri hayatsa eğer...

Bir ağızdan, bağıra çağıra söylüyoruz şarkıları. Gece yarısını çoktan geçmiş saat. Yaşını başını almış üç kişi, bir Nişantaşı evinde, ansızın oluşan bir parti atmosferinde, kendimizden geçiyoruz. Kalpler hep genç, figürler hep 80'lerden, şarkılar her daim yaren…